6 Şubat 2011

Siyasete Karşı Sanat

Sanatın, özellikle, halklar üzerindeki yadsınamaz güçlerinden birisi de kaçınılmaz olarak onlar üzerindeki birleştirici bir gücünün olmasıdır. Kimi zaman geçmişten referans edilen bir temsil, bugün ile yarınları inşa etme adına yeniden harmanlanarak topluma ve bireylere arz edilir. Böylece kolektif bir bilincin oluşumuyla beraber, birlikte olmanın, birlikte yaşamanın da ortak değerleri gün yüzüne çıkartılır.
Sanat aynı zamanda modernleşmenin de önünü açan; yenilikleri icat eder gibi onları toplumun huzurunda en güzel çeyiz sandıklarının açılması gibi sergiler. Bireyler de sandıktan en beğendiklerini alırlar, üretilen el emeği ile bireysel yaşamları arasında köprüler kurarak, duygusallıktan yoğrulmuşmuş bir aidiyet bağı geliştirirler.

Böylece sanat, toplumdaki farklı guruplarca üretilen bir ürün olsa da yine de toplumun genelini ilgilendiren bir sorumluluk ile daha iyiye erişmenin, daha özgün düşünceler üretmenin ve daha bütünleyici bir tarafı ile toplumu kucaklayan bir niteliğe bürünür.  Tüm bu sanatsal çabalar esnasında ise sanatçı da içinde yaşadığı toplumun ortak tarihi içinde kendi pozisyonunu tayin eder.
Sanatçı, taşıdığı tarihi sorumluluğu ve ortaya koyduğu eseriyle toplumdan hiçbir kesimi dışlamamaya ciddi özen göstererek, aykırı düşüncelerde olanları bile incitmeden taşıdığını iddia ettiği ulvi düşünceyi topluma aktarır. Bu esnada kullandığı dil ise ürettiği sanat eserinin niteliğine göre şekillendirilmiş olup “biz ve ötekiler” denilen bir ayrıma sapmamaya özen gösterir. Zira eğrisiyle veya doğrusuyla sanatçı olan kişi artık toplumun belli bir tarihine mal olmuştur: Bu “topluma mal olma” sorumluluğu hiç de göz ardı edilemeyecek bir durumdur.
Kurtuluş Savaşı’ndan sonra Ankara’da kurulan Cumhuriyet ile birlikte Yenişehir muhiti adeta sanatsal etkinliklerin en yoğun olarak yaşandığı bir yer olma özelliğindedir. Bir zamanlar cephede kurşun sesinden başka ses işitmeyen yeni cumhuriyetin yönetici kadroları artık batı tarzında inşa etikleri salonlarında gramofonlarından dönemin yüksek sanat eserlerini dinleyerek, balolar düzenlemekteydiler.
Yeni kurulan cumhuriyet ilk ciddi çalışmalarını sanat eserleri oluşturma üzerine odaklandırıyordu. Zira sanatın toplumu eğitmede, geliştirmede, muasır medeniyetler seviyesine çıkarmada üstlenebileceği rol modernleşme için hayati önem taşımaktaydı.
Gelinen süreçte ise Anadolu’nun birçok ilinde orkestralar halkın hiç de bilmediği bir müzik türünden zorunlu katlımlar ile konserler vermeye başladı. Bu konserlerde amaç gelişmişlik için klasik sanatlarımızın yerine daha gelişmiş olan Batı türündeki sanat eserlerini yerleştirilerek tüm halkımızın da bunlara aşina olmasını sağlamaktı. Böylece yurdumuzda sanat, siyasetin yapmakta zorlandığı işlevi görecek ve ortak bir ulus teşekkülü için gerekli olan zihni etkinlikleri sağlayarak ortak bilinç geliştirecekti.  Bu durum da zaten, ulus devlet olabilmenin olmazlarından biriydi.
Nasıl ki cumhuriyetin ilk yıllarında çok partili hayat tehir edilmiş ise, çok sesliliğin yeni devletin organları arasındaki uyumu sağlamada sıkıntılar çıkartacağı düşünülmekteydi. Buna bağlı olarak da eskiye dair özlemleri olanların bu özlemlerini harekete geçirebilecekleri ortamları oluşturacakları düşünülmekteydi. Sanat da aynı şekilde çok seslilikten sakındırılarak resmi ideolojinin yanında yer aldı. Sanat, özgün düşünce ve üretimden yoksun olarak mevcut olanın destekçisi konumunda yer alarak “tek seslilik” ile birlikte özgünlükten ziyade “dair”lik ile üretildi.
Demokratik yapılarda siyaset ötekisini üretmeyi ister. Herhangi bir siyasi kimlik kendisini var kılabilmek için kendinden olmayan bir siyasi görüşe ihtiyaç duyar. Söylemlerinin meşruluk zeminini kendisinden olmayan bu öteki siyasi kimliğin “kendince” zaafları üzerine geliştirir. Böylece rakibini eleştirirken aslında kendisini övmüş olur. Bu bakımdan siyaset ötekilerin, aykırı olanların, farklı olanların siyaset arenasında olmasından rahatsızmış gibi görünse de aslında onları o arenada görmek ister. Dolayısıyla siyaset tekelcilikten çok özgün ve özgür diğer siyasi görüşlerin de sahada olmasını ister. İktidar-muhalefet ilişkileri bu gerçeğin kaçınılmaz ifadesidir.
Sanatta da özgünlük son derece önemlidir. Sanat bir bakıma her türlü duygu ve düşüncelerin özgür ve özgün biçimde, baskı altında olmadan kendini ifade edebilmesi için çırpınır durur. Yâda öyle görünür.
Yukarıda ifade etmeye çalıştığım sanat ve siyasete dair bazı genel tanımlamalar hem evrensel gibi algılanabilir hem de ülkemizde iki binli yıllara gelinceye kadar böyleymiş şeklinde yorumlanabilir.
Siyasetin, siyasal kimliklerinin ötekilere olan ihtiyacının aslında abartılı bir demokrasi tanımı olduğunu ilkin Refah-Yol hükümetinde ardından da “muhafazakâr demokrasi” hareketinde gördük. Demek ki siyasal alanda kavramsal olarak tanımlanmış şekliyle tam demokrasi çok da geçerli bir şey değilmiş. “Aşırı demokrasi” çok fazla bilgili olmayan halkın iktidarı ele geçirmesiyle devletin bekasını zedeleyecek bir melun şey haline gelebiliyormuş.
Diğer tarafta ise “sanat özgürlüktür” sloganları arasına sıkıştırılmış; “özgürlük elimde olan gücü ve imkânları ben kullanabildiğim müddetçe size layıktır” mesajlarını da taşımaktaydı.
Geldiğimiz noktada farklı sosyal yapılarda yer alan bireylerin özgün iradelerinin “iradenin varlığı üzerinden” düşünüldüğünde dahi eşit olmayacağı; “mankenlik ile çobanlık” mesleğinin bireysel irade ile açıklanamayacağı yine siyaset söylemleri üzerinden sanatçı duruşuyla ifade edildi. Aslında mesaj “türküden operaya” yönlendirilmek istenen halka açık bir tarihi hatırlatma idi: “Modernleşme ve gelişme için bizi takip etmelisin”. Zira sen henüz bu dünyanın “gelişmişliğine” ayak uyduracak kadar “evrimini” tamamlamış bir insan değilsin.
Manken-çoban polemiği içeriksel olarak farklı siyasi tartışma alanlarına kaydırıldığından yukarıdaki evrimini tamamlayamamış insan yaftası satır aralarında kaybolup gitti. Son günlerde ise satır aralarından yeniden gün yüzüne çıkartılan bu anlayış, yine sanat camiasından üretildi: Resmi ideolojinin karşısında yer alanlar aslında “akıllı insanlar” değildir, denildi.
Böylece sanat siyasetin sahasına girerek, siyasal bir atmosferde sanatsal ifadeleri yani –sözde- özgür ifadeleri üretmeye kalkıştı. Siyasetin dahi her türlü çirkinlik olarak addedilen söylemlerinin hedefinde siyaset ile iştigal halinde olanlar yer alır. Yani siyaset kullandığı siyasal dil gereğince “halkı olumsuz ifadeler” ile betimlemeye ve tanımlamaya kalkışmaz. Bunun siyasi ahlaka sığmayacağını bilir. Fakat sanat, bu ahlaksızlığı “kendinde görerek” kralın soytarılığına soyunarak, siyasetin dahi yapmadığını yaparak halkı karşısına alır ve olumsuz sanat dilini halka yönlendirir.
Aslında gelinen bu nokta, ülkemizde ciddi bir fikir üretme krizinin varlığını gözler önüne sermektedir. Hakaret yapma, ithamlarda bulunma, karalama, iftira atma ister siyasetten gelsin ister sanat çevrelerinden tükenmişliğin, çaresizliğin ve biz artık “bittik” demenin örtük bir dilidir.
Yeniden fikir bazında canlanmak ve bireyselliğimiz ile varlığımıza delalet eden değerlerimizi rencide etmeden, cümle âleme de rezil olmadan, tarihe karşı da saygınlığımızı yitirmeden iktidarından muhalefetine, sanat camiasından akademik kesime kadar eski ve kadim düşüncelerimizi yeniden üretmemizin vakti geldi kanısındayım.


Hiç yorum yok: