23 Şubat 2011

Diyet Rejiminden Diktatörlük Rejimine

İnsanoğlu tüm yönleri ile ele alındığında adeta bir çarpıklıklar ve karşıtlıklar eseri gibi önümüze çıkıyor. Bu bir nevi post-modern bir hali ortaya çıkartıyor. Düzen ile düzensizliğin; temiz kıyafet ile pejmürdeliğin, duygu karmaşasından bir ruh halinin en katı yaşanılışına kadar uzayıp gitmekte.
Bireyi çözümlenmesi zor bir problem haline dönüştüren asıl etken ise “ortam”dır. Ortam; insanı, kendisine dair bir algı geliştirmeye iten ve zorlayan bir güce sahiptir. Birey ortam içinde bu güce direnç göstererek ya kendisine dayatılan şekli giyinir ya da kendi kalıbını muhafaza etmeye çalışır.

Ortam, ayrıca, günümüzde, kamusal alana dâhil olma süreçlerini de kapsamaktadır. Moda, alışveriş, tüketim toplumu gibi işin estetik ve ticari boyutundan, siyaset ve iktidar ilişkileri gibi yönetme veya yönetilme alanına kadar geniş bir yelpazede insanı içine çekmeye çalışır.
Bireyi en zayıf noktasından yakalayan baskı, iştahıdır. Bu iştah, direk midesi ile ilintili olabileceği gibi diğer tarafta gözü ve ihtirasları ile de oldukça yakın ilişki içindedir. İştahın sorumlu olduğu alan midedir. Midenin keyfiyetle doldurulması, afiyetle ağırlanması ve zaruretle de bunun devam ettirilmesi gerekir.
Midenin aşırı doldurulması beraberinde bünyede sorunları getirir: Aşırı kilo alma, mide hazımsızlığı, gece uykularının kaçması; yorgunluk, halsizlik ve başka fiziksel ve biyolojik sorunlar ortaya çıkar.
Midenin, iştahın kölesi olmaktan kurtulması için, yani, mideyi özgürleştirme çabası gereğince diyet uygulanır. Bu birey için biyolojik bir rejimdir. Yani; insanın birinci derecedeki bir ihtiyacına karşı kendi iradesiyle kendine karşı geliştirdiği bir rejim: Aşırılıktan kaçınma, hareket özgürlüğüne yeniden kavuşma. Esasen biyolojik bir özgürlük hamlesidir bu.
İştahın ve ihtirasların bireyi kamusal alanda önce aşırılıklara yöneltmesi ve ardından da yine geri adım atmasına sebep olan bazı baskıları bulunmaktadır. Bu baskının adı estetiktir. Aşırı kilolu insanlar modanın deyimiyle; ilgi çekici olmayan, güzel görünmeyen, beğenilmeyen ve ideal elbise kalıplarına sığmayan insanlardır. Beğenilmemek ve ideal kalıplara sığmamak… İnsan için kahredici bir haldir.
Estetik kaygılardan kurtulma adına girişilen rejim mücadelesinin yanında bir de bireyler iktidar ilişkileri içinde giriştikleri özgürleşme çabalarını sergilerler. Burada amaç daha çok zihinsel özgürlüğü fiziksel davranışlar ile sergileyebilmektir.
Bunun için darbeler planlanır, hamleler yapılır ve iktidara bir şekilde oturulur. Mısır, Hindistan, Lübnan, Ürdün, Fas, Cezayir, Libya, Gana gibi ülkeler esasen yarım asır önce bireysel hak ve özgürlükleri uğruna iştahlı ve ihtiraslı bir şekilde hamlelerde bulundular.
Fakat gelinen son noktada, halklar ve topluluklar, “kendi kendini yönetme” hakkını elde ettiklerinde, bu hak taleplerinin gerçekleşmesinin boş bir hayal, bu uğurda döktükleri kanların ziyan ve geldikleri durumun ise perişan olduğunu fark ettiler.
Zira tüm bu özgürlük girişimleri beraberinde daha katı diktatörlükleri oluşturdu. Öyle ki Tunus’un ilk Cumhurbaşkanı Habib Bourguiba makama seçildiği ilk günden itibaren, kendisini o makama getiren psikolojik ve kolektif güç ve etkinin tam tersine bir yönetim sergilemekten uzak durmadı.
İslam’ın etkisiyle Cumhurbaşkanı seçilmesine rağmen, yönetim felsefesini; “İslam’la ilgilenmek gibi bir amacım olmazdı. Ne zaman ki İslam bizimle ilgilenmeye başladı o zaman ben de İslam’la ilgilenmeye başladım” diyerek kazanılmış bir zafere nasıl sırt dönüleceğini tüm dünyaya göstermiş oldu.
Benzer diğer uygulamalar yukarıda ismini verdiğim ülkelerde hemen hemen aynı tarzda cereyan etti.
Böylece, birinci derecede insanın zihinsel ve fiziksel özgürlükleri için girişilen mücadelede gelinen noktada diktatörlüğün estetik algılayışı -olmaz demeyin- topluma yeni fakat dar bir kalıp biçmektedir.
Diktatörlük rejimi ile yönetimi elinde bulunduran ayrıcalıklı kesim, varlığını devam ettirebilmek için toplumsal bir diyete başvurarak, bu diyete katılmayanları rejim tehlikesi olarak algılayıp, âleme ibret olsun diye hazmetmeden sindirme yolunu tercih etmiştir.
Benzer uygulamaları biz de, çok partili hayata geçtiğimiz yıllarda Demokrat Parti’nin on yıllık bir süre sonunda nasıl sindirildiğini görerek şahit olduk. Diktatörlük rejimi, aşırı iştah ve hırsları toplum içinde belirli bir zümreye saltanat etme uygulamasından başka bir şey değildir.
2002 yılından itibaren AK Parti ile ülkemizde ve şimdilerde de yine Afrika ile Orta Doğu ülkelerinde diktatörlüğe karşı girişilen mücadele, vücudun, organizmanın ve devlet denilen bedenin içinde birçok başka unsurun da var olduğunu gösterme çabasıdır. Bu unsurların derdi, biyolojik, psikolojik ve fiziksel varlıklarını özgürce yaşayabilmedir.
Tabi bu arzu ilerde aşırılığa kaçıp, geçmişin hüzünlü hayallerini ihtiras haline getirip “bir zamanlar bizi ezmiştiniz” diyerek eski rejime karşı getirecekleri yeni rejimi “hazımsızlık üzerine inşa edilen sindirme” anlayışına çevirmemeleri gerekmektedir.
Aksi halde aşırı kilo ve baskılardan kurtulan birey ve toplum yeniden kilo alarak hantallaşacak ve yeni baskılar oluşturarak diktatörlüğe dönüşecektir.

Hiç yorum yok: