4 Ocak 2011

Mehmet Akif'in Mısralarında Kendini Arayan BEN

Gün her zamanki gibi tam vaktinde yine odama karşıki tepelerden doğdu. Güneş, penceremin önünde uzanan kiremit dolu manzarayı çoktan renklendirdiğinde benim hala zaman karşı bir ihtiyacım yoktu. Ne saatime baktım ne de saatimin çalan ziline elimi uzattım. Her zamankinden daha yorgun olan bedenim yastıkta asılı duran başıma ağır gelmekteydi. Bir el uzansa da pencereyi açıverse diye içimden ümitsizce geçirirken bir el uzandı ve ışığın karanlığı önünde pencereyi açıverdi. Şimdi temiz havanın serinliğiyle birlikte içinde taşıdığı hayat özünü ciğerlerime gömmekteyim. Üstümde yıllarımın boşa geçmişliğinin verdiği amansız yorgunluk, içimde taze bir serinlik vardı. Ömrüm, bir bilinmeze doğru yelken açmış bir kalyon gibi amaçsızca bir yerlere doğru sürüklenmekteydi. Güneşin, ışığın, sabahın ve yorgunluğun içinden uzanan ellin sahibi sırtı dönük vaziyette;
 
Bana dünyada ne yer kaldı, emin ol, ne de yar;
Ararım göçmek için başka yer, başka diyar.
Bunalan ruhuma ister uzun boylu bir sefer;
Günlerim boşa geçtikçe yaşamak ne ifade eder?
 
Kulağımdan süzülüp geçen bu sesler önce beynime oradan da kalbime işledi; sanki içimde anamın ördüğü bir dantel işlendi. Daha kimdir o, nasıl geldi odama demeden, sakalı ağarmış bir zat pencereden yanıma yaklaştı. Rüya desem, açık pencereden esen temizlik yüzüme çarpmakta, değil! Bunadık mı desen, otuz yaşında da bunama erken olmaz m, o da değil! Hayal ile gerçek arasında çırpınmaya başladım: Ah duvarlar, çok acıtmasaydınız, nasıl kafa atardım size…
 
Hemen kalkıp çıkmak istedim odamdan. Bir nefes almak lazım iki adımda köşe başı sokaktan. Kalktım; hızla yüzüme biraz su çarptım ve ıslak gözlerimle merdivenlerden aşağıya koşarak kendimi sokağa atıverdim. Sokakta insanlar yerine başka şeyler geziniyordu. Özgürlük, hürriyet, bağımsızlık, memleket, millet, kültür, medeniyet, devrim, haklar ve daha ne kadar kargaşa varsa hepsi sokakta insanların yerine gezmekteydi.
Sokağa bir ben yabancı kalmıştım. Her yer işgal altında gibiydi. “Bir daha istiklal mücadelesi yaşamamak bu milletin tek ümidiydi” diye mırıldandı dudaklarım. Önümden koşar adımlarla geçen memleket “milli mücadele sadece cephede topyekûn yapılan bir seferberlik mi sanarsın sen” dedi bana. “Hürriyet sadece milletler için mi geçerli”? Hızla üstüme gelen ve bir an beni ezip geçeceğini sandığım devrim “Hürriyet sadece milletler için mi geçerli, ya bireysel özgürlüğümüz, ya kişisel mücadelemizin ruhu, ya bedensel hürriyetimiz? Diye haykırarak önümde durdu. Daha ne oluyor anlamadan vicdan çıkageldi aralarından “Peki, bedensel arınmışlıktan bahsediyorsunuz, ruhlarınız ne olacak, hiç düşünüyor musunuz? Ya zihninizi demir kafeslerle esir alan kör ideolojiler, ya gençliğinizi sizlerden çalan değnekçiler… Özgür olmak uğruna çıktığınız bu yolda kaybettiğiniz insani değerleriniz?” Tüm bu tartışmanın ortasından kendimi yeniden merdivenlere attım. Sokaklar ne kadar da tuhaflaşmış diye geçirdim içimden, sanki bir hortum gibi yutacaktı beni.
 
Sokağın her bir köşesi bana ne kadar da yabancılaşmış. Hele insanlar; sahi onlara neler olmuştu? Giyinimleri, yürümeleri, konuşmaları, dilleri ve kafalarının üzerinde taşıdıkları ideolojik etiketleri bana ne kadar yabancıydı. Bu sabah yanlış mı kalktım acaba? Ya zamanı tutturamadım ya da kendimi bir isyanın ortasında Viyana sokaklarında, belki bir gösterinin içinde Paris’te, kim bili bir iç savaşın içinde Berlin’de bulmuştum. Aceleyle kendimi güvenliğe almak için odama geri döndüm ve içime; derinliğime kapandım. Sımsıkı sıktım gözlerimi; gıcırdayıncaya kadar dişledim dişlerimi. Sonra tozlarla uzun zaman baş başa bıraktığım bir kitap aldım elime kitaplığımdan. Kiremit manzaralı penceremin önüne, rüzgâra karşı oturup Safahat’ın bir safhasını açtım rastgele:
 
Nerde Ertuğrul’u koynunda büyütmüş obalar?
Hani Osman gibi, Orhan gibi gürbüz babalar?
Hani o şanlı Süleyman Paşa? O kanlı Selim?
Ah, ne acı, bir Yıldırım olsun göremezsin!
Hani binicileri, şahin gibi, ceylan kovalar,
Köpürür, dalgalanır, yemyeşil engin ovalar,
Hani tarih soruldukça, övünülesi olaylar söyler,
Kahramanlar yetiştiren, toğrağı zengin köyler?
Hani oran gibi ufukları deşen mızraklar?
Hani atlar gibi sahraları eşen kısraklar?
Hani ay parçası kızlar ki koşar oynardı?
Hani dağ parçası milyonlarca yiğit vardı?
Bugün artık biri yok… Hepsi masal, hepsi yalan’
Bir onulmaz yaradır, varsa yüreklerde kalan.
 
Mehmet Akif safahatta Asım’a böyle söylemekteydi. Tarihin izlerinin günümüz sokaklarından nasıl bir bir silindiğini haykırıyordu sessizce. Üstelik Akif bu sözlerini öz oğlundan da çok güvendiği Asım’a söylemekteydi: Yani bana, yani bize, benim gibi milyonlarca günümüz gençliğine. Bir nesile…
 
Durdum, düşündüm. Daldım, iki elimin arasında sıktım başımı; sıktım ve içinde ne varsa ezilsin istedim. Ben başımı ellerimin arasında sıkıştırırken ezilen beynim gözlerimden yaş olup akıyordu. Ne varsa bildiğim hepsi terk etti beynimi. Meğer ne acımasızmış bana öğretilenler diye düşündüm. Vefasızmış kör ideolojiler. Dünümüzü öğretmediler ki günümüzü yaşayalım! Nedense bir ortak duygu etrafında toplanamadık; oysaki güya hep kardeştik. Asırlar şahitti bize, kardeşliğimize. Ve yine asırlar şahit oldu birbirimizle nasıl didiştiğimize.
 
Tanımaz bindiği mahluku, sürer körü körüne;
Tanımaz gittiği yer hangi taraf, gördüğü ne?
Fikri yok, duygusu yok, sanki yürür bir kötürüm;
Bu sa sağlıksa eğer bence müreccahtır ölüm.
Üç beyinsiz kafanın sevkine şaşkın gibi ram;
Kırbaç altında bütün gün, ne tazallüm ne kıyam.
Tuttun oğlum bana mazileri tasvir ettin;
Köylünün halini bilmez diyerek dinlettin.
Hasta meydanda tedaviye de cidden muhtaç;
Yalnız görmeliyim nerde hekim, nerde ilaç?
 
Her şey Akif’in dediği gibi: Nasıl da ifade etmiş içinde bulunduğumuz hali. Nasıl da girmişiz körü körüne üç beyinsizin emrine. Memleket meselesi diye köle etmişiz taze beyinlerimizi bilinmezlere. Şimdi ömrümün mazisine bakınca geride kalanın sadece bunlar olması nasıl da yoruyor beni. Bir boşluk içindeyim adeta. Ne ideoloji, ne kavgalar, ne taraftarlık meselesi, ne de bizden olanlar ile olmayanlar hepsi gençliğimizi alıvermiş elimizden. Sıyırmış neslimin insanlık denilen derisini bedeninden geriye tüm hastalıklara karşı dirençsiz kalan bir beden kalmış. Çıplağız şimdi; ruhlarımız dahi üşümekte. En kalın sicimlerle bağlayıp ruhumuzu nefsimizi salıvermişiz. Ne maneviyat ne de bir teçhizat kaldı; çıplak ruhlarımızda.
 
Saat on’a geliyor. Bu sabah zaman hem hızlı akmakta, hem de nehrin ortasında bir kuru dala tutunmuş gibi durmakta. Yine de akmasın zaman bu sabah. Artık habersiz büyümek istemiyorum, ben de milletimin derdiyle dertlenmek, Asım’ın azmiyle sokakları inletmek istiyorum. Dudaklarımda Akif’in mısraları, aklım darmadağın, geçmişim ile geleceğim arasında nehrin ortasındaki kuru dala tutunmanın telaşı içindeyim. İyi ki varsın Akif, senin mısraların ile yeniden kendimi bulmaktayım:
 
Bir alay mekteb-i ali denilen yer var;
Sorunuz bunlara millet ne verir? Milyonlar
Şu ne? Mülkiye. Bu? Tıp. Bu? Bahriye. O nedir?
O mu? Baytar. Bu? Ziraat. Şu? Mühendisliktir.
Çok güzel, hiç biri hakkında sözüm yok; yalnız,
Ne yetiştirir ki şunlar acaba? Anlatınız.
İşimiz düştü mü tersaneye ya da denize,
Mutlaka âdetimizdir, koşarız İngiliz’e.
Bir yıkık köprü için Belçika’dan kalfa gelir;
Uzman hekim bilmem nereden getirtilir.
 
Şimdi daha iyi anlıyorummemleketimin zengin insan kaynaklarının heba oluşunu. Biz sokaklarda taş dizerken, biz kahvelerde ahkam kesip devlet yıkıp kurarken, biz kalemlerle can avlarken ve biz mekteplerde kitap yakarken meğer kimler rantımıza göz koymuş da haberimiz yokmuş. Kimlerin tezgâhında metalaşmışız haberimiz yok! Gençliğimizi heba etmenin derdindeymiş insan mühendisleri.
 
Oturduğum sandalyeden ayağa kalktım ve odamın içinde ağır adımlarla yürüdüm. Serinlik başıma peyda oluyordu dışarıdan gelen. Penceremin önüne gelince gördüğüm sabahki manzaranın rengi değişmeye başlamıştı. Safahatın merdivenlerini yeniden tırmanmaya devam ettim. Çay gibi demlenmiş mısraların içine şeker gibi karışan manalar içime eriyordu:
 
Üç buçuk soysuzun ardından zağarlık yapamam;
Hele hak adına haksızlığa ölsem tapamam.
Bağımsızlığa aşığım doğduğumdan beridir,
Bana hiç tasmalık etmiş değil altın zincir.
 
Evet, köleyim ben. Hem de modern bir köle. Sanal iletişim kadar gerçeğim bu dünyada. Çünkü beni var eden bilgilerimin kaynağı benim öz varlığımın kaynağından gelmiyor. Silmişim insanlığımın izlerini üzerimden ve ne varsa aklımda hepsini ithal etmişim faniden. Şimdi için daha da yanmaya başladı. Aklım taş gibi kaynayıp eriyor ve kalbim fırlıyor yerinden. Ah zavallı ben! Ah Akif’in mısralarında kendini arayan BEN! Daha önceleri nerelerdeydin?
 
Modern bir köleyim, neden mi? belki ellerim kelepçeli, boynum zincirli değil ama öz memleketimde, derin kültürel coğrafyamda ve eşsiz manevi havamda kendime yabancı kalmışım ben. Markalaşmışım adeta; etiketimi asmışlar boynuma. Üzerimde ne acıdır ki fani olmanın damgası var. Baki olan hep yanı başımda iken, günde beş vakit “gel ey fani” diye bana seslenirken, ben aydınlanma çağının skolâstik düşünceye isyan eden sözde medeni insanın yanına sığınmışım. Evet, belki o sözde medeni insan kendi skolâstik imanına isyan etmişti ama bana ne oldu ki ben de uydum ona. Özgürleşmek için mi….? Evet, ait olmayan bir özgürlük içindi hepsi…
 
Ben dursam da parmaklarım durmuyordu, hızla çevrilen sayfalar beni gittikçe içine çekiyordu. Kiremitlerin üzerinden ileriye diktiğim gözlerimi yeniden önüme eğdiğimde önümde duran Akif bana şöyle seslenmekteydi;
 
Eşeklerin canı yükten yanar, aman derler,
Nedir bu çektiğimiz dert, o çifte çifte semer!
Biriyle uğraşıyorken gelir çatar öbürü;
Gelir ki taş gibi hain, hem eskisinden iri.
Semerci usta geberseydi… Değmeyin keyfe!
Evet. Gebermelidir beddua edin herife.
Zavallı usta göçer bir günün sonunda, ancak,
Makamı öyle uzun boylu nerde boş kalacak?
Çırak mı, kalfamı kim varsa yaslanış köşeye;
Takım biçer durur artık gelen giden eşeğe.
 
Öyle ya, bir semerim eksikmiş. Hermes’in Olimpos dağı zirvesinden çalıp köylülere ulaştırdığı kutsal ateşin saçtığı bilgi ile beslenmekte ve aydınlanmaktayız bugün. Aysa ki Âdem’e Allah’ın lütfuyla verilmiş eşyanın bilgisi nerede? Bir yanda çalarak elde edilen bilgi, diğer tarafta ise lütuf ile insana bahşedilen bilgi. Ben ise çalıntı malı tercih ettim. Kaynağına mikrop bulaşmış bir membadan beslenmeyi tercih ettim. Oysaki yanı başımda tertemiz su hayat vermek için on dört asırdır beni beklemekteydi… Söyle Akif, hadi “eşeklik ettin semeri hak ettin” söyle bana… yok mudur bana bir sözün? İğne gibi batsa da, yaralarıma tuz bassa da her seferinde bir söz söyle, karanlıklarıma gün gibi doğsun.
 
Sana öğüdüm: Saçmalıklarla uğraşmayı bırak;
Adamlığın nerdense, bul da girmeye bak.
Adam mısın: Sonsuza kadar cihanda hürsün, gez;
Yular takıp seni bir kimsecik sürükleyemez.
Adam değil misin, oğlum: Gönüllüsün semere;
Küfür savurma boyun kestiğin semerciye.
 
Gözlerim gittikçe kararıyordu ve nefesim daralmaktaydı. Ben, evet, zavallı ben. Bir milli mücadeleden arta kalan ben. Artıklarım yeryüzünde hala gezinirken, içimi kemiren kurtçukların sayısı her geçen gün artarken, hala kalbimin aklıma hükmetme ümidi dip diri dururken ve ruhumun özüne ulaşmak için aklıma isyan açmış iken kalbim… Ben, evet ben, göz etmişim memleketimden bir tefrika ülkesine. Değil mi Akif, gençlik gitti mi gelmez. Gelse de yerine bir ömrün heba olmuş hasta hali gelir. Dudaklarımda akordu bozuk bir ıslık da neyin nesi sorma bana. Ben şimdi anlıyorum mikrobun nasıl yayıldığını yaşantıma.
 
Adam ol diyorsun, yolu nerden ise bul da gir diyorsun. Semerciye küfür savuracağına, semerini çıkar at diyorsun. Ah, iyi güzel diyorsun da beni biliyor musun? Nasıl da sarmış beni modernliğin semeri? Baksana Akif, sokaklara bir bak: Bu Ankara, bu İstanbul, bu İzmir senin zamanından mı kalma? Önce topraktan kesmişler ayağımızı; beton artık her yer. Betonla birlikte kalıba koymuşlar bizi. Topraktan kesilince de damarlarımız, unutuvermişiz geldiğimiz yerleri.
 
Sonra tabelaların adı değişmiş. Öz memleketinde yetim kalmış dilimiz. Kelimeler yabancı, isimler yabancı, yolcu yabancı, kari yabancı. Kısacası ecnebilik çökmüş ciğerimize ve düşkünlük almış başını gitmiş bütün bu yabancılığa. Bak şimdi sat on bir olacak, bir saat sonra mesai paydos zili çalacak. İnsanlar iştahlarını gidermek için nasıl da sokaklara saldıracaklar tahtakuruları gibi. Kemirecekler ne bulursalar. Yine nice nimet afiyet olmadan israf olacak. Hangi değerimiz kaldı ki sımsıkı sarılacak?
 
Hani Ashab-ı Kiram, ayrılalım, derken,
Mutlaka Sure-i ve’l Asr’ı okurmuş, bu neden?
Çünkü meknün o büyük surede esrar-ı felah;
Başta iman-ı hakiki geliyor, sonra salah,
Sonra Hak, sonra sebat. İşte kuzum insanlık.
Dördü birleşti mi yoktur saba hüsran artık.
 
Evet, insanlık. Ben bunu çoktan unuttum. Aradım ama ne yazık ki nerede arayacağımı bilemediğimden, bulamadım. Göremedim içinde insanlığı yazan bir psikoloji kitabı. İnsanlığı tanımaya çalışan modern ilmin sözde aydını, insana dair ne varsa yazmış tanımlamış psikoloji kitaplarında. Ama unutmuş mu yoksa umursamamış da işine mi gelmemiş, gizlemiş insanlık gerçeğini yazdığı kitaplarında. Şimdi kitaplarda insanlığı yitik kalmış insanlar yazılmakta. Ne acı gerçek!
 
Önce iman, sonra hayır işlerde roller üstlenmek, sonrasında da hak ve teslim olmak ebedi dönüşe. İşte insanlık. İhtiyacım olan işte budur. Gençliğimin ömrünü daha fazla heba etmeden, günlük heveslerimi daha fazla doyurmadan iştahsızca, artık oturmanın vakti geldi dostların muhabbet sofralarına. O sofralar ki, zenginliği katığından ziyade katılanlarında besbelli.
 
Düşündükçe bunları iyice gerildim odamın içinde. Kâh ayağa kalkıp dolanıyordum kâh oturup ufka bakıyordum. Sabırsızlıkla safahata dalıyor sonra yeniden okuduklarım üstünde düşünüyordum. Yıllardır türlü oyuncaklarla avundum çocuklar gibi. En güzel ambalajlara sarılmış hediyelerle önüme konan ne varsa aldım; kabullendim sorgulamadan. Mirasım olan değerlerimi bir bir tükettim. Önce ailem, mahallem, sonra arkadaşlarım ve tarihim; hepsine uzaklaştıkça yabancı kaldım. Bazen ideolojik kalıplar içinde aradım saadeti. Yetmedi Marks’a, Yezid’e ve daha nicelerine sığındım. Hiç biri tam olarak vermedi beni bana.
 
Ama bir konuda çok iyiydim. Şu belirli gün ve haftalar vardır ya, işte o takvim içinde her ne varsa önemli diye yazılan hepsini bir bir andım. Güya vazifemi yaptım. Bazen bir ölüm, bazen ise başlangıç; yenilik. O günlerde ne mi yaptım? Şiirler okudum kürsüden, ecdada sahip çıkmak için. Ama ne okuduğum şiirlerin manasını dinledim ne de yazılı olanların neden yazıldığını düşündüm. Sadece okudum. Andım böylece hepsini. Ezberledim. Şiir ezberler gibi hayatı da ezberledim ve öyle ezbere; körü körüne yaşadım bunca yılımı.
Bilir misin Akif: Ben şiirle ilk tanıştığımda şiirin duygulara hitap eden ve gençlik yıllarında delikanlıların genç kızlara yazdığı romantik dörtlükler olduğunu sanırdım. İçinde beşeri bir aşk arardım şiirlerin. Duygular heyecan vericiydi o zamanlar. Kalıcı değil, uçucu olan heyecanları taşıdığını sanırdım. İlk kez safahatı ders kitaplarında duydum. Daha bakmadan içeriğine safahatın onunda bir aşk şiirleri kitabı olduğunu sanmıştım. Öyle ya sende zaten duygusal adamdın. Okuyunca ilk kez on yedi yaşlarımda seni, açıkçası hayal kırıklığına uğradım. Bu nasıl şiir dedim kendi kendime: ne maşuk var ortada ne de peşinden bir koşan. Bilmezdim ki aşk nedir diye?
 
Ben böyle bakıp durmayacaktım, dili bağlı,
İslamı uyandırmak için haykıracaktım.
Gür hisli, gür imanlı beyinler, coşar ancak,
Ben zaten uzun boylu düşünmekten uzaktım!
Haykır! Kime lakin? Hani sahipleri yurdun?
Ellerdi yatanlar, sağa baktım, sola baktım,
Bir parça edip şiirime gömdüm de bıraktım.
Seller gibi vadiyi eninin saracakken,
Hiç çağlamadan, gizli inen yaş gibi aktım,
Yoktur elimde şu sağır kubbede bir iz,
İnler safahat’ımdaki hüsran bile sessiz.
 
Şimdi çok iyi anlıyorum Akif, aşk nedir diye. Dizince kelimeleri rengârenk peş peşe, yetmiyor ne vezin ne kafiye. Bir derin “aşk” gerek, mana gerek, yaşanmışlık gerek şiire; o da elbet sende var.
 
Gençliğimin sorunları bitmez ki saymakla, hem vakit artık ikindi oldu, gün kaybolmakta. Bütün bu yaşadıklarımı bir arayış diyelim; yoksa ömrüme yazık olmakta. Hem ilim müminin yitik malı; nerde ne zaman bulsa sımsıkı sarılmalı. İşte benim hayatımın bir kesiti: Otuz yılın muhasebesi. Tefrika, ideoloji, akıl, mantık, sanat, edebiyat derken geride kalanlar işte bunlardan ibaret. Sen değil miydin Akif, ne varsa gençlikte var diyen. Sen değil miydin ki öz oğlun Emin’e ideal kılmadığın gençliği Peygamber’in iffetine sahip olma arzusunu yaşayan ve yaşatan Asım’a vazife kılan.
 
Bir şiir haliyle sızdın dimağıma şimdi, safahatını artık saf saf; safha safha okumalı. Ömründe bir kere olsun Asım’ını bu milletin derdiyle dertlenen benim gibi gençler okumalı.
Artık hava karamak üzere.  Zihnim, sabahın yorgunluğunu silkeleyip pencereden daha dinç artık. Ben Akif’in mısralarında kendimi buldum mu kaybettim mi bilemiyorum? Bu gençlik çağında birçok hedefim var istikbale dair. Doğru. Ama bir hastalığımız var ki; ne yöntem var elimizde ne de bir Kılavuz seçmişliğimiz var.  İşte Akif yanımda artık. Üstelik gençliğin tüm hastalıklarına karşı ilaçları da var, tedavi yöntemleri de var. Son asrımızın gençliğinin ortak hastalıklarının bir daha bizleri yakalamaması niyetiyle son kez kulak verdim Akif’e. Sabah açtığı pencereden akşam kapayarak çıkmayı ihmal etmedi. Zira akşamın serinliğinde üşütmemi istemedi sanırım. Ve son sözüyle çekildi bugünlük odamdan:
 
Geçmişten adam hisse kaparmış… Ne masal şey!
Beş bin senelik kıssa, yarım hisse mi verdi?
Tarihi tekrarlanma diye tarif ediyorlar;
Hiç ibret alınsaydı, tekrarlanır mıydı?

Hiç yorum yok: