25 Ekim 2010

Varlık Hikayesi -2-

............
“Dur” dedi İmam, Cemil'e gülümseyerek. “Üşümüşsün belli, dilin de adımların gibi hızlı gitmekte, bir nefeste bütün geceyi ısıtma çabası var sende”. 
“Aklımda her ne varsa sordum sana İmam Efendi. Verecek cevabın varsa lafı uzatma, geç oldu, soğuk...”.
“Sen önce evine git bu akşam, iyice dinlen ve aklını sakinleştir. Yarın yine gel. Bu kadar soruya ayaküstü cevap versem de kaldıramazsın sen bu yükü” dedi İmam Cemile ve yanından ayıldı.

Cemilin kafası iyice atmıştı. Soğuğun çarptığı yarı açık alnı iyice kızarmış ve öfkeli hali ile iyiden iyiye hızlanarak, ağzından çıkan buharlar arsında bir katar gibi varmıştı eve.
Hanımının âdeti olduğu üzere iyice kaynamış tarhana çorbasını içti önce. İliklerinde bir sıcaklık hissedinceye kadar tek kelime ses etmedi evdekilere. Zaten ne konuşacaktı ki bu hane halkı ile. Yaşlı anası, hasta hanımı ve on beş yaşlarında gündüz ile gece nerde ne yaptığı belli olmayan bir oğlu vardı. Yüzleri ne kadar da yabancı geliyordu Cemile. Hani bir gün eve geldiğinde evin boyası kirli maviden başka bir renge boyanacak olsa yanlış eve girdiğini dahi düşünebilirdi.
Yemekten sonra sobanın arkasına geçti ve sırtını ısıtmak için sobaya döndü. Her kış akşamı sırtını ısıtma etkinliğini ihmal etmezdi. Zira gündüzün acımasız rüzgâr ile mücadele edebilmesi için buna ihtiyacı vardı. Cemil’in bir zevki daha vardı. O da sobanın üstünde fokurdayarak kaynayan bir demlik ıhlamurun olmasıydı. Bol limonlu ıhlamur onun en etkili ilacıydı. Ama bu akşam evde limon yoktu ve canı baya sıkılmıştı. Hanımıyla adet olduğu üzere yine tartışarak konuştu. Yirmi yıllık evliliğinde şöyle bir düşünüldüğünde belki de karşılıklı iki tatlı kelimeyle birbirlerine hitap etmişlikleri yoktu. Cemil’e göre hanımının da inşaattakilerden farkı yoktu. O da aklını kullanamamıştı ki gelip de Cemil’e varmıştı. Onun karısı olmayı istemişti. Hiç aklı olan insan bunu bile bile nasıl yapardı. “Yoksa” diye geçirdi içinden “ yoksa bizim hanımın da mı aklı yok?”
Cemil sabah erkenden inşaata gitti. Mühendisin erkenden iş başı yapın çağrısı ile işçileri de erkenden işe başlattı. Sabaha doğru hava biraz yağmıştı. Yeni doğan güneş ile birlikte kuru esen rüzgâr inşaatı kocaman bir morga çevirmişti. “Buz gibi” diyorlardı işçiler birbirlerine sürekli. Kim diğerini görse ve “nasılsın kardaş?” diye sora cevap belliydi, “buz gibi”.
-          Sen düşündüğümden de akıllısın Cemil Usta, dedi mühendis barakadan içeri girer girmez.
-          Bu binaları aklımız ile yapıyoz Mühendis Bey. Belki sizler kadar okumadık ama biz de yıllarımızı bu işe verdik.
-          Belli aklınızla yaptığınız, beş katlı binanın hiçbir odasının genişliği birbirini tutmuyor. Marangoza tek tek kapı ölçüsü aldırıyoruz. Duvarların yüksekliği, kenarlar, pencereler… Dışarıdan bakınca şekil gibi duruyor da teknik inceleyince sınıfta kalırsınız. Ben sana inşaattan dolayı akıllısın demedim hem. Bu soğukta sabah işçileri erkenden iş başı yaptırabildiğin içindi.
Cemil bu genç mühendise daha fazla dayanamayacağını düşündü. Bu güne kadar çok mühendise usta başılık etmişti ama bu genç olanı onun sinirlerini her geçen an bozmaktaydı. Hem dün değil miydi bu adam onun inancıyla alay eden!
“Allah böyle yaratmış Cemil Usta. Darılmaca yok”. Bu sözlerden sonra barakanın içinde bir kahkaha yayıldı. Mühendis adeta zaferini kutlayan ordu komutanları gibi çayını yudumlarken diğer yandan da önünde serili bulunan projeyi göz ucuyla süzüyordu.
Cemil bir hışımla kendisini yoğrulan harcı kontrol etmek için dışarı attı. Çırakların yanına gitti ve harcın kalitesine baktı. “biraz daha su ekleyip karıştırın” dedikten sonra çimentoların yüklü olduğu tarafa doğru yürüdü.  Brandanın altından paketleri saymaya çalıştıysa da bir türlü başaramadı. İşçilere seslenerek birinin yanına gelmesini söyledi.
-          Buyur usta
-          Burada kaç paket çimento var?
-          104 adet usta.
-          Yok ya. Nerden biliyorsun sen, sen mi koydun onları buraya?
-          Evet, usta ben de taşıyanlar arasındaydım.
-          Hepsini sen taşımadın ya. Üstelik yüklendikten sonra kullanılanlar da oldu. Tembelliği bırak da say çimentoları.
-          104 paket usta. Yedi kişi indirdik çimentoları ama on iki sefer attıktan sonra üç arkadaşı yanınıza çağırmıştınız demirler için. Sonra kalan dört kişi dokuz sefer daha taşıdık. Öğlen vakti hepsini buraya yığdık. Zaten paketleri beş ve dört sıra olmak üzere al katlı dizdik. Sonra da arkadaki duvar için on altı paket aldık. Şimdi de burada 104 paket kaldı. Bakın, en üst sırada sadece dört tane var.
-          Senin adın neydi, akıllı birine benziyon. Yaşın da kaç?
-          Yusuf, yirmi bir yaşındayım. Okul masraflarımı karşılamak için boş zamanlarımda çalışıyorum. Okulda da inşaatta çalıştığım için “sen aptal mısın” diyorlar bana. Sizde usta, bana akıllısın diyorsun.
Cemil’in gözü Yusuf’u tutmuştu. “Hiç akıllı adamdan çırak olur mu” diye düşündü. “Sen ne okuyorsun” diye sordu Yusuf’a. “Felsefe” cevabını işitince, “neyy, o da neyin nesi” diye yüksek sesle sordu.
-          Felsefe insanı ve insanın bilgisini irdeler.
-          Akıllı insanı mı yoksa aptalları mı inceler o dediğin şey?
-          İnsanı inceler. Akıl ya da aptallık sonraki kısım.
-          Nasıl yani? Akıldan önce insan mı geliyor?
-          Evet. Önce insan. Sonra insanın bütün özellikleri.
-          Boş versene sen onu. Ben de seni akıllı sanınca okuduğun şeyi de iyi bişe sandım. Hiç adamın aklı yoksa ona insan denir mi? bana sorarsan evlat, aklı olmayana insan da denmez ya…
-          Evet, haklısın usta. Belki hayvan ile insan kıyaslanınca öyle ama ya belli bir yaşta bir hastalık veya kaza sonucunda aklını yitirenler. Onlar da mı sana göre insanlıktan çıkar? Çıkmaz elbet. Çünkü Allah insanı öyle bir yarattı ki bir insanın insanlıktan çıkması için Allah’ı inkâr etmesi gerekir. Yoksa çimentoyu saymış saymamış, demiri iyi hesap etmiş etmemiş, ya da usta olmuş veya çırak olmuş. Bunların Allah için bir derece önemi yoktur. İnsanı insan eden Allah’ın ona vermiş olduğu aklı ile yine Allah’a ulaşmasıdır.

Biran Cemil’in soluğu durdu, gözleri açıldı ve Yusuf’a yaklaştı. Bu çocuk sanki içini okumuştu da kafasını dünden beri kurcalayan konulara dair bülbül gibi ötüvermişti. Hemen kolundan tutup mühendisin yanına götüresi geldi Yusuf’u. Ama durdu. Bunları mühendise kendisi anlatmalıydı. Ne de olsa aralarında gizliden gizliye bir kin oluşmuştu. Ondan öcünü kendisi almalıydı. Zaten akşam da istemeyerek de olsa imamın yanına gidecekti. “sabret” dedi kendine.
-          O zaman Allah insanları akıllı ya da aptal olarak yaratmıyordur değil mi Yusuf?
-          Usta. Akıl veya aptallık sana göre başkadır bana göre başka. Allah da insanları ne sana göre ne de bana göre yaratmaz. Kendine göre yaratır. Ki insan da Allah’a göre akıllı ya da aptal olur.
-          O zaman akıllı olan kime derler ki evlat?
-          Sınıfta öğretmene göre soruyu en hızlı ve doğru çözen öğrenci akıllıdır. Ama o öğrenci evde babasının verdiği bir işi yapamıyorsa babasına göre sınıfta akıllı olsa da evde aptaldır. Aynı öğrenci okulda öğrendiklerini hayatta pratik etmeye çalıştığında uymuyorsa bunlar yine aptaldır. Mesela ben okulda bir işçinin günde ne kadar çalışması gerektiğini öğrendim. Öğretmenlerime göre akıllıyım. Ama ustama göre yani size göre bu sabah eğer iki saat erken işe gelmeseydim aptal olacaktım. Ama okulda kitaplarda böyle yazmıyor. Gördün mü bak akıllılık nasıl da biçim değiştiriyor?
“Evet” diye geçirdi içinden Cemil. Bu çocuk akıllı biri. Üstelik kendisine en yardıma ihtiyacı olduğu anda gelmişti. Hem de hangi yarasına merhem olduğunu bilmeden de güzel konuşuyordu.
“İyi bakalım, iyi, hadi çok konuşma dön işinin başına” diyerek Yusuf’u diğerlerinin yanına gönderdi. Yusuf yanından ayrılırken Cemil’e dönerek “usta sen de akıllısın, çok konuşanları sevmiyorsun” dedi ve gülerek diğer işçilerin yanına doğru hızlı adımlarla yürüyüverdi.

Devam edecek…

Hiç yorum yok: