29 Ağustos 2010

Mevsimlik Bahar -1-

Hızlı adımlarla taş döşeli kaldırımlardan aşağıya doğru, evlerinin arka tarafından indi. Akşam ezanına karışan kösele sesleriyle minarenin kandilinin soğuk ışığının arkasında bıraktığı ıslak gölgesini alıp gidivermişti. Menekşe camın tülüne gitmeyen ellerini sıkarak sabah sildiği camın berraklığının arkasından son gölgesini de seyretmişti Mustafa’nın.

Mahallenin küçük, sokakların dar ve evlerin gözlerinin birbirine bakıyor olması menekşe’nin aklına gelir gelmez utancından akşamın karanlığına bir kırmızı yanak yakıverdi. “acaba kimse görmüş müydü onu Mustafa’nın arkasından camdan bakarken?”.


Üstelik daha bu hafta başı evlerinin bulunduğu sokağın girişinde oturan Halime’nin adı çıkmamış mıydı Cemil’le. Aman o ne dedikoduydu öyle… hatta iş o kadar ileri gitmişti ki kendi annesi bile dahil olmuştu bu dedikodulara.

- Şimdi ki kızlarda ne namus kalmıştı ne de edep,
- Bütün suç bu kızları yetiştiremeyen analarında…
- Genç kızı evde bırakmayacaksın, on altısını doldurdu mu evereceksin…

Karşı ki camlardan birinden görülmüş olmanın ihtimali ile utanırken aklında da Halime için söylenen bu dedikodular vardı. “Ya kendisi de dillere düşerse…” Nasıl bakacaktı babasının yüzüne…

Kararmaya yüz tutmuş odasının içinde ayakta duruyor ve bir yandan tülünü çekemediği pencereye bakıp sıkılıyordu. Ama diğer taraftan da hala içinde bastıramadığı bir neşe ve sevinç ile gözleri o ıslak gölgeyi takip ediyordu.

Ah bir ait olabilseydi Mustafa’ya… O zaman ne dedikodu kalırdı ne de onu bu kadar rahatsız eden mahalle baskısı. Kim bilir belki Mustafa onu bu mahallenin dışına çıkarırdı. Pazartesi günleri ev sohbetlerine katılan evli kadınlardan dinlediği İstanbul’un öteki yakasına dair hikayelere çoktan dalmıştı Menekşe.

Kadınların kocalarının kollarında gezindiği Pera. Hatta genç kızlar bile günün belli saatlerinde sevgilileriyle yan yana gezebiliyordu orada. “Neden Taşgeçit Mahallesinde böyle bir şey suç sayılıyordu ki?”. Menekşe bütün bu duygular içinde duvara yaslı ayakta düşünürken Neriman Hanım giriverdi odasına.

Kızının ruh gibi ayakta dikili olduğunu görmesi onu pek de şaşırtmamıştı. Zaten yeni yeni mahallede başlamıştı halime’nin Mustafa’ya olan düşkünlüğünün söylentiler.

- Senin bu hallerin çok sürmez babanı küplere bindirir, dedi, kızına.

- …..

- Sana diyorum, bak hele hiç umurunda mı?

- Hıh, efendim anne,

- Namaz bitmek üzere, birazdan baban gelir, gel sofrayı kuralım. Beni de daha fazla kızdırma.

- Tamam, geliyorum, sen geçiver…

- Gelmeden pencerenin tüllerini de çekiver. El alem odanın içine girecek gibi.

Menekşe odasından çıkıp aşağı salona inmek için, odanın kapısını sessizce kapatırken aşağıdan giriş kapısının gür tokmak sesini duyuverdi. Üç kere hızlı hızlı çalınmıştı tokmak. Birden ayaklarında derman kalmadığını, yere yığılacağını sandı. Ne zaman babası Hamdi Bey eve, ev halkından dolayı sinirli gelse demir tokmağı öyle sinirli çalardı. Adeta ev halkından birinin kafasına vururmuş gibi sinirini tokmaktan çıkarırdı.

Menekşe babasının nedense bu sinirli tokmak çalışının hesabını bu defa kendisine çıkartıvermişti. Ne abisi Süleyman nede kardeşleri Cemile ile Ömer… Bu defa tokmak onun kafasına kafasına vuruyordu. Zor nefes almaya başlamıştı. Çelimsiz ve bir o kadar da ürkek adımlarla merdivenin başına ancak gelebilmişti. Artık aşağıya inmek hiç istemiyordu. Ama bu daha da kötüydü. Hamdi Bey akşam yemeklerinde bütün ev halkını sofrada görmek isterdi. Akşam sofrası onun için ev halkına vereceği mesajların adeta bir arenasıydı. Orada uyarırdı evdekileri, orada kızardı onlara ve orada anlatırdı bütün gün başından geçenleri…

Menekşe salona indiğinde çoktan herkes masa başında toplanmış, Hamdi Bey’in sandalyesine oturmasını beklemekteydi. Bir genç kızın hayatında iki erkeğin olması ne kadar da ağır diye düşündü halime… Babası ve Mustafa…. Bütün korkuları bu ikisinin aynı anda hayatında yer almasındandı. Şimdi bu düşünce içinde elini sandalyesine uzattı.

- Sen oturma…

Devam Edecek…





Hiç yorum yok: