31 Ağustos 2010

Ulusçuluk Uğruna

Egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olması demokrasinin olmazsa olmazıdır. Aksini söylemek antidemokratik bir tutum içinde olmak demektir. Milleti temsil edebilmek için iktidarı meşru yollardan ele geçirmek gerekmektedir. Ama bazı hallerde “millete rağmen” anlayışı da devletlerin sahip olduğu bir karakteristik yapıdır. Acaba Türkiye ulus devlet mi yoksa çok farklı etnik yapıların içinde yaşadığı ve üzerinde yaşadığı coğrafyanın temsilcisi mi?

Bana kalsa bu soruya hemen şöyle cevap veririm: Egemenlik kayıtsız şartsız milletin ise ortada millet gerçeği vardır. Millet de tek bir ulustan olamayacağına göre o zaman Türkiye herkesim insanı ile bu coğrafyanın sahibidir.

Ama durum böyle olmayınca ortaya ciddi sıkıntılar çıkmaktadır. Çünkü ulus devlet olma iddiası aynı zamanda belli bir etnik yapıyı devletin sahibi yapma temennisidir.

Bu öyle bir temennidir ki o zaman milletin tercihi değil belli bir etnik yapının tercihi asıl egemen olandır. Yani “ulus devletin içinde henüz ulusallaşamamış bazı etnik yapılar mevcuttur. Bunların derhal ulusal kimliğe kazandırılmaları gerekmektedir”. Bu anlayış ulus devletin beyninin tam orta yerine kazılmıştır.

Varsayalım ki Türkiye ulus devlettir ve egemen bir ırkı bulunmaktadır. O zaman akıllara daha ciddi bir soru düşmektedir. Peki, o zaman iki bin yıllık Anadolu’nun mirası kimindir?

Toprakların mirası ilginçtir. Toprakların mirasını o toprağa at insanlar alabilir. Aksi halde ortada bir işgal var demektir. İnsanın toprağı kabul etmesi gibi toprağın da insanı kabul etmesi vardır. Peki, biz ulus devlet olduğumuzda Anadolu bu ülkeyi ne kadar kabul edecektir?

Ulus devlet anlayışı 1850’lerden itibaren masa başında hazırlanmış bazı planların bir ekiydi. Büyük devletlerin karşısında ciddi rakipleri kalmaması için diğer devleler belirli parçalara bölünecek böylece de küçük lokmalar halinde kontrolleri daha kolay olacaktır.

Bu proje yaklaşık 150 yıl sürdürüldü. Şimdilerde ise Habermars’ın da belirttiği gibi artık ulus devlet kavramı çöküşün eşiğindedir.

Gerçekten ulus devlet çöküyorsa ve Türkiye de ulus devlet ise o zaman bu çöküş er ya da geç sınırlarımızdan da geçerek bizi de bulacaktır. Bu tarihin kaçınılmaz sonucudur. Türkiye’de ulus devlet anlayışı çökerse yerine ne gelir ve durum ne olur? Ciddi bir soru ve sorundur.

Aslında Türkiye’de ulusçuluk bilinci çökerse devletin resmi yapısında ve sınırlarında bir daralma olmaz. Büyüme de olmaz. Ama nüfuz olarak Türkiye ciddi bir büyüme içine girer. Çünkü ulusçuluğun yerine milletçilik esası gelirse o zaman Anadolu toprakları mirasını aktaracağı toplum kimliğini keşfedecektir.

Düşünsenize Anadolu elindeki gizli hazinesini yani mirasını bize aktarsa acaba neler olur? Mesela Siirt Tillo, Greenwich olur. Neden mi? Çünkü Erzurumlu İbrahim Hakkı bir eserinde başlangıç meridyenini Tillo olarak yazıyor da ondan. Hem de Avrupa daha Greenwich’i yazmadan.

Fakat bu ve buna benzer birçok bilimsel, kültürel ve sosyal alanı kapsayan eserler ya dilimize tam tercüme edilmedi ya da tercümeleri sadece sahaflarda iyi para getirdi. Biz o kitaplardan, o kültürlerden ve o bilimsel bilgilerden nedense istifade etmedik.

Egemenlik millete ait olduğunda bu topraklarda kültürel mirasın bu ülke insanına intikal etmesinden başka bir genişleme daha olacaktır şüphesiz.

Toplumsal yapımızın derinliklerine indikçe kültürümüzün derinliklerine indikçe ve hafızamızın derinliklerine indikçe o derinliklerde unuttuklarımız ile karşı karşıya geleceğiz. Kim bu unuttuklarımız? Dünyanın beli bir coğrafyasında yaşayan diğer milletler ile devletler. Yani bir zamanlar dostumuz olan şimdilerde ise sırt çevirdiklerimiz.

Bu son bahsettiğim kısmen değişime uğramak üzere. Derinliklerimize indikçe komşularımız ile başlayan olumlu diyaloglar ticarete de yansımaya başladı.

Zaten devletlerin diğer devletler ile kurdukları iletişimin en sağlıklı dili “ticaret”tir. O zaman ticaret dilini geliştirirsek o zaman kültürel dilimiz de gelişecektir. Kültürel dilimiz geliştikçe dünya üzerindeki nüfuzumuz da artacaktır. Çünkü bizim medeniyetim dediğimiz tarihimiz “hoş görü” üzerine kuruludur.

Ulusçuluk “Türklük” demek değildir. Bunu birileri anlasa iyi olacaktır. Ama ülkemizde Türklük ibaresi ulusçuluğa giydirilmiş güzel bir elbisedir. Zaten ilkokuldan beri okuduğumuz tarih kitaplarında Türklük ifadesine çokça yer verilmiştir. Tolunoğulları Devletinin yönetimi Türk’tü, Arap yarım adasında kurulan devletlerden bazılarının yönetimi Türk, Halkı Arap’tı falan…

Esasında ulusçuluğun Türklük ile yakından bile alakası yoktur. Ziya Gökalp “Türkçülüğün Esaslarını” yazar ama kendisi Türk değildir ırk olarak. Ismarlama siparişler ile bazı şeyler oluşturulur. Sonra ne olur?

Koca bir medeniyet ulus devlet olma yolunda kimsesizliğe terk edilir. Ve günümüzde geldiğimiz noktaya geliriz. İnsanlar hak ve özgürlükler adına her fırsatta kalabalıklar halinde meydanlara düşerler ama hak ve özgürlükler adına yeni bir anayasa teklif edildiğinde kabul etmezler. Yine meydanları doldurarak “fazla demokrasi istemeyiz” derler.

İşte bu ulus devlet olmanın tehlikeli bir tarafıdır. Özgürlüklerden oluşan bir anayasa paketine “hayır” diyebiliyorsa belli bir kesim iyi düşünmek lazım.

Demokrasi isteriz diyerek ulus devleti savunurken sonra demokratik açılımlara neden hayır derler ki? Derler, çünkü asıl istedikleri demokrasi değildir: daha fazla yer işgal edebilme, devletin kontrolünü kimseye bırakmamaktır istedikleri.

Acaba bizim ülkemizdeki Türkler nasıl sınıflandırılır? İstanbul Türkleri ve Anadolu Türkleri olsa gerek. Benim konuyu asıl çekmek istediğim yer de burası: İstanbul Türkleri…. Kim bunlar? Kökenleri nereye dayanıyor? Sayıları ne kadar? Neden tanımadıkları Anadolu için toplum mühendisliğine girişirler? Türklük onlar için bir ırk meselesi mi yoksa bir kalkan mı? Gerçekten Türk müdürler?....



Hiç yorum yok: