24 Ağustos 2010

Erdoğan Köşk'e Çıkacak mı?

Şunu yazının başında belirtmek isterim ki “zamanım yok, bu yazıyı baştan sona okuyamam ve başlıktaki sorunun cevabı “evet” mi “hayır” mı demek varken neden bu kadar uzattın diye mızmızlananlar için hemen cevabımı vereyim; HAYIR. Hayır, Erdoğan Köşk’e çıkmayacak. Mademki yazıya bodoslama daldık şunu da peşinen söyleyeyim ki Erdoğan Köşke kendi isteğiyle çıkmayacak.

Bu kadar net bir üslup ile soruya cevap vermek için “neden çıkmayacak” sorusunun parçalarını arayarak tek tek birleştirmemiz gerekiyor. Öncelikle belirtmekte fayda var ki “Erdoğan bir siyaset adamıdır”. Kendisi için siyaset geniş halk kitleleri ile sahaya inilerek yapılacak bir harekettir ve o hareketi sürekli canlı tutacak derin bir düşünce birikiminin de olması gerektirir.
Yukarıdaki paragrafta en önemli ipucu “siyaset adamı” kavramıdır. Siyaset ve onu temsilen siyaset adamı olmak sanıldığı gibi devlet adamlığı ile bire bir örtüşmez. Siyaset ile devlet arasında ince bir çizgi yer almaktadır. Bu çizginin hatlarını “geliştirme” ve kontrol etme” kavramları çizmektedir. Geliştirme siyasetin uğraşı alanına girmektedir. Zira siyasetçi toplumu geliştirme eğilimi içinde olmak durumundadır. Aksi halde üçüncü dünya ülkelerinde olduğu gibi çoban-sürü ilişkisi içinde sözde demokrasi uygulanarak siyaset yapılır. Buna karşın geliştirme eğilimi içindeki siyasiler belirli yetenekleri ve sahip oldukları değerleri ile birlikte toplumun statik kalmasının önüne geçebilen kişiliklerdir. Onlar için toplumun sürekli hareket halinde olması gerekir. Yani öğrenen ve zihinsel olarak gelişen; medenileşen bir toplum… Özgürleşen ve haklarını elde eden bir toplum…

Siyaset adamının görevi düşünce kalıplarını, felsefeyi veya bazen ideolojik tasavvurları pratiğe dönüştürmedir. Bu formül aynı zamanda soyut olanın somutlaştırılması diye de ifade edilebilir. Düşünce kalıplarından çıkartılacak “değer ve ilkelerin” “ete-kemiğe” dönüştürücüsüdür siyaset adamı. Onun en büyük zevki, özellikle, kendisine aykırı duran kitlelerin karşısına cesurane şekilde çıkıp “ben buradayım” deme arzusudur. Bunun için siyaset adamı, siyaseti; ötekileri yok etmek olarak değil ötekiyle özdeşip onunla birlikte büyümek, daha da geniş bir kütle ve kitleye sahip olmak” olarak görmektedir.

Bu bakımdan Erdoğan, siyasetini harekete dökerken en çok kendi pratiğini uygularken ötekini de yani muhalefet veya aykırı düşünenleri de kendi yöntemi içine almayı tercih etmektedir. Kendisi için farklılıklar zenginliktir. Hem insan olarak bir zenginlik ürettirir farklılıklar hem de ortak bir kimlik için. Kendi ifadesi ile “Farklı düşünceleri her zaman için söylüyorum; Türkiye’nin bir zenginliği olarak görüyoruz. Dolayısıyla tek sesliliğe değil; eleştirilerin, itirazların, taleplerin çözüm üretmek yolunda yeni imkânlar, büyük fırsatlar sağladığına inanıyoruz” (11.11.2003) ifadesiyle bu zenginliğin altını çizmektedir.

“Recep Tayyip Erdoğan’ı Anlamak 1-2” yazılarımda da değindiğim gibi Erdoğan derin bir zihinsel altyapı ile siyasetini gerçekleştirme eğilimindedir. Onun derinlik arayışı aynı zamanda bir toplumun binlerce yıllık ortak hafızasından silinmiş bir takım değerleri ve unsurları yeniden gün yüzüne çıkarma çabasıdır. Böyle bir çaba içerisinde ancak ve ancak siyaset adamı rolü ile hareket etme fırsatını bulmaktadır. Çünkü Erdoğan’ın bu değer ve derinlik ilişkisi incelendiğinde şu açıkça ortadadır ki “O statüko ile karşı karşıyadır”.

Burada “devlet adamı” kavramına geçmeden şunu da belirtmek doğru olacaktır. Erdoğan devletin mekanik bir yapıya dönüşerek bir dişli gibi zamanla insanları ayrıma tabi tutarak nasıl ezebileceğinin farkındadır. Zira devlet statükodan yanadır. Çünkü statüko yazılı olandır. Yazılı olan yasadır ve yasalar devlet kabilinde kutsaldır. Erdoğan; “siyasi aklın mutlak olmadığı, insanın ancak başkalarının aklını kendi aklına katarak her işini ve özellikle de siyaseti yapması gerektiği belirtip ''Acı tecrübeler göstermiştir ki tek bir aklı ya da bir azınlığın aklını mutlaklaştıran modeller diktatörlük üretmekte ve insanları felakete sürüklemektedir'' şeklinde ki beyanı, fakirliğin, terörün, savaşların ve gündelik hayattaki şiddetin temelinde de bu yaklaşımın olduğunu (17.12.2003)” ifade etmesi onun tek tarafın elinde kalan halkın – devlet veya siyaset- çekeceği eziyetleri belirtmedeki hünerindedir.

Devlet adamı, bu noktada mevcut kurum ve yapıların belli bir devlet geleneği altında sürdürülmesini temin eden öznellik halidir. Siyasetin öbeğinde “halk ve dolayısıyla birey” yer alırken devletin merkezinde yine “devlet” yer almaktadır. Siyaset halkın gelişimini ön görürken devlet ise devletin bekası için halkın geri kalmışlığını tercih edebilecek tehlikeli bir mekanizmadır. Böyle tehlikeli bir mekanizmayı dengede tutmak için ise işte siyasete gerek vardır. Yani devlet adamını dengede tutmak için siyaset adamlarına ihtiyaç duyulmuştur. Bu yüzden demokrasi siyasetçilerin dillerinden düşürmedikleri ve ne zaman baskı guruplarınca dışsallaştırılmaya başlansalar sarıldıkları can simididir.

Fakat demokrasi siyaset için meşru bir zemin iken kavramın devlet anlayışı içinde anlam kayması yukarıda ki ilişkiler üzerinden değerlendirildiğinde hiç de garip karşılanmayacaktır. Siyaset demokrasiye halk üzerinden sarılırken devlet ise demokrasiye kendisi üzerinden sarılmaktadır. Böylece devlet in zihinsel yapısının merkezinde yer alan devlet anlayışının yanında “merkeze tutunması gereken halk tabakaları” bulunmaktadır. Böylece halkın dönüşmesi ve gelişmesi devlet literatüründe “halkın devletin yasalarına uyum sağlamasıdır”. Fakat yukarıda siyaset için bahsettiğimiz kısımda halkın dönüşmesi ve gelişmesi “bireyin hak ve özgürlükleri” içindir.

Devlet adamlığı ile siyaset adamlığı arasında ciddi bir farklılıktan bahsettik. Bu yüzden her tür demokrasi ortamında siyaset kurumuyla devlet kurumları arasında gerilimler yaşanır/yaşanmaktadır. Belki de bu durum yani karşılıklı birbirini kontrol edip dengeleme hali demokrasinin gerekliliğini de ortaya çıkarmıştır.

İşte bu noktadan baktığımda Erdoğan’ın kendi siyasi geçmişini bir tarafa bırakıp, takip ettiği yolu ve yöntemi bir koltuk uğruna değiştirebileceği kanısında değilim. Her en kadar “bir koltuk” diye bahsettiğim alan devletin en tepe noktası gibi algılansa da eğer siyasette hedefiniz bireyin haklarına yönelik hareket etmek ise o zaman siyaset koltuğunun yani halkın size verdiği koltuğun devletin koltuğundan hiç de aşağıda olmadığına inanırsınız.

Recep Tayyip Erdoğan benim bu görüşüme göre ve siyasi yöntemini incelediğim perspektiflere göre Çankaya’ya çıkma eğiliminde olmayacaktır. Tabi bu kararı tek başına almadığını da hesaba katarsak diğer baskıları, beklentileri, arzuları ve gündemdeki gelişmeleri hesaba katarsak bu durumu açıklaması çok da erken bir tarihte olmayacaktır.

Bu yazının yazılma amacına gelince, anayasa referandumuna az bir süre kala meydanlarda ve siyasi alanlarda gittikçe artan tansiyonu Sayın Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün çok zeki bir manevrası ile “cumhurbaşkanlığı seçimi konusuna” getirmesi üzerine ortaya çıkmıştır. Sıkışan gündeme Sayın Gül’ün biraz olsun nefes aldırması sanırım herkes gibi beni de farklı bir düşünce ortamına çekti.





1 yorum:

Adsız dedi ki...

Daha ilk günden (kuruluş), bu günleri görüp tasarılarını ilkeleriyle bağdaştırarak oluşumu sembolize eden ideojilerin vardığı nokta ve güç, bugün bir başkasının elinde olsaydı, eminim bunu dostlarını ve yol arkadaşlarını dahi satmak uğruna kendi çıkarları için kullanır ve yola çıktığı yol arkadaşlarını harcardı

Janpol