13 Aralık 2010

İmtiyazlı Kimlikler ve Siyaset

Bir önceki yazımda “Siyasal Kimlikler: Farklılıkları ve Çatışmaları” adlı yazı genel olarak iki farklı siyasi kimlik bilincinde olanların aynı siyasi parti çatısı altında bir arada yer almaları üzerine genel bir değerlendirmeden ibaretti. Konuyu biraz daha irdelemek için yazıda belirtilen iki farklı kimliği siyaset ahlakı üzerinden değerlendirmeye tabi tutmak gerekiyor.
Lütufkâr siyasetçiler için imtiyazlılar dememizde bir sakınca yoktur. Zira lütufkârlıkları, içinde yaşadıkları topluma yönelik yapmış oldukları hizmetlerin (kendilerinin tanımıyla) genel bir tarifidir.
Toplumsal değişimin birçok düşünür tarafından değişik yöntemlerle formüle edilen yöntemleri yani teorileri bulunmaktadır. Esasında toplumsal değişim, toplumsal gelişim, toplumsal evrim ve toplumsal devrim gibi farklı inceliklere sahip olan toplumların gelişimi ve dönüşümü, o toplumlar içinde yaşayan insanları bazı tabakalara ayırmaktadır. Kimileri toplumsal değişimin veya gelişimin aktörleri durumunda iken kimileri ise bu duruma rıza gösteren anlayışlıları bazıları da değişime ve gelişime inatla direnen direnişçileri kimliklerini üstlenirler.
İngiliz tarihçi Arnold Tonybee özellikle medeniyetlerin ortaya çıkışları ile çöküşlerini anlamaya yönelik olarak geliştirdiği “meydan okuma-cevap verme” teorisiyle toplumsal değişimlere ışık tutmaya çalışır.

Bu teoriye göre bir uygarlığın ortaya çıkması ve gelişmesi için öncelikli koşul olarak insani ve coğrafi çevrenin o topluma belli dayatmalarını içermektedir. Bu dayatmalara karşı topluluklar nasıl bir direnç gösterirseler bu direncin biçimi uygarlığın varlığını doğrusal olarak etkiler. Böylece doğal afetler, coğrafi şartlar, istilalar birer meydan okumayı ve topluluğun da bunlara karşı vereceği, doğayı kontrol altına alma çabaları, teknolojik gelişimleri ile bunlara karşı koymak veya geri çekilmek de cevap vermeyi tanımlar.
Burada ilginç olan nokta ise cevap verme sürecine kimlerin hâkim olduğudur. Çünkü coğrafi ve fiziki çevrenin topluluklara meydan okuması bir uygarlığın gelişimi veya büyümesi için tek başına yeterli olmamaktadır. Bu meydan okumaya bir cevap üretilmelidir. Cevap verme eylemini de toplumu oluşturan bireylerin hepsi tek tek oluşturamayacağından doğal olarak bu işlemi yerine getirecek bir “elitist” aydın sınıfın mevcut olması gereklidir. Bu sınıf hali hazırda var olmayabilir. Fakat gelişen şartlar böyle bir sınıfın türemesine fırsatlar sunabilir. Dayatmalara cevap veren seçkinler böylelikle topluma en büyük yardımı yapmış olurlar. Zira toplum gelişme evresini yakalamış ve büyüme eğilimine girmiştir. Yani yıkılmaktan, yok olmaktan kurtulmuştur. Toplumu dönüştüren bu seçkinler sınıfı bu dönüşüm içinde “imtiyazlı” bir konum elde etmeyi de ihmal etmezler.
Tekrar siyasetin mecrasına dönecek olursak bu imtiyazlı kişiler içinde bulundukları siyasi ortamın kendi varlıkları tarafından oluşturulduğu bilincinde olduklarından doğal olarak siyaseti de kendi kontrol ve talepleri üzerine inşa etme eğiliminde olurlar. Zaten ilk başlarda toplum da bu imtiyazlı sınıfa rıza göstermekte onların “kendi varlık sebepleri” olduklarını kabul ederek imtiyazlarına saygı gösterirler.  Ne zaman ki toplumun bilgi edinme oranı artar, bazı hak ve imtiyazların belli zümrelere ait olamayacağı bilinci alt sınıflarda da gelişir o zaman imtiyazlılar ile rıza gösterenler arasında “çatışmalar, hak elde etme ve imtiyazını koruma” sürtüşmeleri ortaya çıkar.
Osmanlı Devleti on dokuzuncu yüzyılda ciddi iç bunalımlarla boğuşmaktaydı. En nihayetinde dış güçlere karşı kendini koruyamaz hale gelen devlet Mustafa Reşit Paşa’nın Tanzimat Fermanı’nı ilan edip uygulamaya koymasıyla tebaası içinde yeni bir zümrenin doğumuna da onay vermiş olur. Tanzimat aslında devletin içindeki halkların ve toplulukların mutlak eşitliği üzerine değil daha çok Batılı tarzda fikirlerin toplumun en hassas dokularına dahi nüfuz ederek yeni bir toplumsal yapıyı inşa etme üzerine kurulmuştu.
Gelişen süreç içinde Batılı tarzda yeni bir düşünce şekli geliştirilirken, giyimden, konuşulan günlük dile kadar toplumsal ilişkilerin bütününde bir değişiklik içine girişildi. Artık Beyoğlu’nda bir fincan kahve içmek ve koltuk altlarına sıkıştırılmış Fransızca ve İngilizce felsefe kitapları ile gezmek, redingotlu beyefendilerin sabah kahvaltısına alkollü içecekler ile başlaması bu toplumsal değişimin sıradanlaşan ilişkileri olma yolundaydı.
Elbette yeni bir seçkinler zümresinin doğuşu kendi içinde de kolay değildir. Tanzimat ile birlikte girişilen Batılılaşma serüveni bazı kimlik bunalımlarını da bu imtiyazlı sınıf üzerinde gerçekleştirmiştir. Zira Batılılaşmayı modernleşme ve dolayısıyla Osmanlı Devleti için bir kurtuluş yolu addedenler bu mücadelede önde olmak ve gelinen yeni toplumsal doku içinde imtiyazlı yerlerini kapmak endişesi içindeyken bir takım problemler ile de karşılaşmıyor değillerdi.
Bu yeni elit ve aydın sınıf batıyı anlama-anlamama kompleksi içine düştü. Kimileri ideal olan Batı’ya bir türlü ulaşılamadığı için, her türlü çalışmanın nihai istenen sonuçları doğurmamasından dolayı derin bir eziklik içine girdi. Böylece 21.01.1974 tarihinde çıkartılan “Bilgi ve Görgü Artırma Kanunu” ile devlet memurları ülke dışına ilgili kurumlara gönderilecek ve hem staj yapıp mesleki yeterlilik kazanırken aynı zamanda da batı görgüsü ve adabı üzerine de eğitileceklerdi. Böylece öğretmenini, üniversite hocasını, hâkimini, savcısını, doktorunu ve diğer devlet personelini batılı tarzda yani Tanzimat’ın ilke ve prensiplerine uygun halde yetiştireceklerdi. Sonuçta da batılı görgü ve adap ile eğitimli öğretmenler Anadolu’ya dağılarak tüm ülke sınırları içinde A. Tonybee’nin teorisini canlı tutmak adına topluma yol gösterici ve “meydan okumalara karşı en güzel cevabı verme” mücadelesini gerçekleştirmiş olacaklardı. Ama bu yine de ne kadar ezik olduklarını itiraf etmelerine engel olmayacaktı.
Diğer tarafta ise Batıyı taklit etmede başarılı olduğunu varsayanlar ise büyüklük, kendinden başkasını beğenmeme ve içinde yaşadıkları toplumu (aslında tam manasıyla toplumun içinde yaşadıkları söylenemez) hor görme ve kendi bohem hayatlarına karşı bir beğenmişlik edası içine kapılarak elde ettikleri imtiyazlarını devam ettirme yoluna gidiyorlardı.
Bu imtiyazlı kesim “cumhuriyeti dahi bu insanlara (köylülere) biz getirdik doğal olarak biz cumhuriyetten de üstünüz” anlayışıyla siyasetlerini yapma yolunu tercih edenlerdi.
Böylece herkes onların imtiyazlarına yönelik hizmette kusur etmemeliydi. Aktif siyasetin içinde de kendilerini her hangi bir siyasi partiye taraf biçen bu imtiyazlılar doğal olarak siyasetin üreticisi değil tüketicisi olmayı tercih edenler oldular. Tıpkı Tanzimat aydınlarında olduğu gibi partidaşlarına karşı bir yukardan bakma gururu içinde onların yapmış olduğu teşkilatçılık faaliyetlerine gülüp geçmeyi de hala büyüklüklerinden saydılar.
İmtiyazlılar bir siyasi hareketin içinde “biz burada olmasaydık siz değil burada olmayı, sahip olduğunuz diğer tüm imkân ve olanaklara da sahip olamazdınız” anlayışıyla hareket ederler. Onlar için ötekiler (aynı parti mensupları dahi) zavallıdır. Ama teşkilatçılık çalışmalarını yapması için var olan gönüllülerdir.  Şayet gönüllüler bu vazifelerini yapmayacak olursa o zaman imtiyazlılar da içinde bulundukları siyasi harekete ve kimliğe desteklerini çekmekle mevcut ortamı yeniden şekillendireceklerine inanmaktadırlar. “Biz olmasaydık” anlayışı temel felsefeleri haline gelmiştir.
Biz olmasaydık paranız olmazdı çalışmazdınız. Biz olmasaydık tüm bu imkânlara sahip olmazdınız…
Elbette toplumsal değişim ve gelişim sadece bu imtiyazlı sınıfların marifetlerine tabi değildir. Değişim için gerekli olan daha çok şart bulunmaktadır. Ama değişimlerin öne çıkardıkları isimler veya kesimler bu değişimi kendi marifetleri zannettikçe ve buralardan nemalanarak ekonomik ve siyasi olarak daha güçlü hale geldikçe kendilerini diğerlerinden farklı kılarak mevcut imkânlarını korumak kaygısı içindedirler.



Hiç yorum yok: