6 Kasım 2010

Edep-Entelektüel İlişkisi

İnsanoğlu mahremiyetinin farkına varmıştır. Tarihin her döneminde insan kendisini var eden temel özelliklerine sahip çıkmak için yoğun çabalar içinde olmuştur. Kimi hallerde mahremiyetlerin korunması için savaşılırken kimi hallerde ise insanoğlunun en güzel üretimleri bu sayede meydana gelmiştir.
Yazı sadece basit bir kayıt işlemi değildir. Yazı ile üretilenlerin yanı sıra yazının mahiyeti de oldukça önemlidir. Yazı sadece fikirlerin paylaşılması, düşüncelerin aktarılması da değildir. İnsanoğlu temel ihtiyacı olan fiziksel korunmayı diğer taraftan yazı ile tamamlama yolunu keşfetmiştir. Yazı zaman ile insan arasına sıkı bir bağ oluşturmuştur. Böylece bazen mağaralarda veya lüks yalılarda fiziksel korunmasını sağlayan insan aynı zamanda yazı ile zaman içinde de varlığını muhafaza etmeyi başarmıştır.

Mahremiyetin korunması gereğince yazının keşfi doğal olarak yazıya çok önemli anlamlar yüklemiştir. Kendine has bir dil ile yazının doğuşu beraberinde insani erdemleri de getirmiştir. Edip olma yazıya sahip olma ile eş değerdir. Zira her kim zaman içinde kendi varlığını sonsuzluğa aktarma uğruna giriştiği yazmak eyleminde edipliğinin özünde yer alan edep unsurunu aşarsa veya tutturamazsa yazı o zaman sadece kurumuş kurşun veya mürekkep izi olmaktan öteye geçemez.
Yazabilmenin gerçekleşebilmesi için birçok zihni sürecin işlemesi gerektiğinden zihni melekeler aynı zamanda kalbi hisler ile beslendiğinden niyet, nefs ve beklentiler yazıya şekil verdiğinde yazının mahremiyeti ortadan kalkmaktadır.
Edibin bilgeliği içinde yaşadığı zaman ile doğrudan ilişkili olduğu gibi aynı zamanda edibin zaman üstüne çıkabilmesi için entelektüel tarafının da gelişmesi gerekmektedir. Yazının içinde yer alan bilgi, düşünce ve tasavvurlar belli bir edep sürecinden geçmiş olmalıdır. Edebin, edibe uğramadığı yazılar okuyanlar üzerinde kışkırtmayı körükleyen yazılardır. Oysaki yazı düşündürdüğü ölçüde dinlendiren, hissettirdiği ölçüde de insanileştiren bir mahremiyete sahiptir. Aksi halde kışkırttığı ölçüde ayırıcı, duyguları ateşlendirici ölçüde de algıları ve hisleri körelticidir.
Ziya Paşa, “ilim meclisine girdim, kıldım talep, İlim ta geride kaldı, illa edep, illa edep” derken özünde mahremiyet bulunan yazının edepten yoksunluğu halinde insanı sürükleyeceği felaketin kapısını göstermekteydi. Bununla birlikte yazının, yazarının ve okuyanın bütün bir kimliğini ortaya koyan Mehmet Akif Ersoy Safahat’ının ilk sayfalarına şu manalı dizeleri tarihe ve zamana nakşeder gibi işlemiştir:
Bana sor sevgili kâri, sana ben söyleyeyim
Ne hüviyette şu karşında duran eş'arım:
Bir yığın söz ki, samîmiyyeti ancak hüneri;
Ne tasannu' bilirim, çünkü sanatkârım
Şi'r için ''göz yaşı'' derler; onu bilmem, yalnız
Aczimin giryesidir bence bütün âsârım!
Ağlarım ağlatamam; hissederim, söyleyemem,
Dili yok kalbimin, ondan ne kadar bîzarım!

Oku şâyed sana bir hisli yürek lâzımsa
Oku, zîrâ onu yazdım iki söz yazdımsa.
Nitekim Mevlana “insanın ilim ve edebi en büyük varlığıdır” derken entelektüel bir zihnin asli duruşuna işaret etmekteydi. Entelektüel kişi doğrunun, güzelin, haklının ve elbette adaletin yanında olan ve bu tarafını savunurken edip kimliğine bürünen kişi olandır.  Entelektüel bir zihin şayet ne tür olursa olsun ihtiyaçlarına karşın zihinsel tasarılarını planlayıp bunları edebiyat üzerinden kişisel ihtiyaçlarına indirgemeye çalışırsa onun entelektüelliğinden bahsetmek doğru olmaz. O olsa olsa bilgeliğini basitliğe, bir bedel uğruna terk eden kişi olur.
Entelektüele düşen görev edep, zaman, birey, insan ve adalet tortularından genel bir şekil ortaya çıkarmaktır. Bu bakımdan doğrunun yanında olan kimi zaman çoğunluğun yanında olmayabilir. Çoğunluk doğruluğu ve cihanşümul adaleti her zaman temsil etmemiştir. Entelektüel, edipliğini bu bakımdan evrenselden yana kullanırken diğer taraftan ise kendisini zamanın kuşatmacasına terk etmiş demektir. Çünkü doğruyu söylediği ve yazdığı günlerde anlaşılamayan bilgeler, zamanın kuşatıcılığı altında gün gelmiştir yeniden doğmuşlardır. Bu defa cismani bir doğumdan farklı olarak fikri bir doğum yaşamışlardır. Böylece yıllar öncesinden toplum ve insan için yazıp çizdiklerine bugünün insanları şiddetle ihtiyaç duymuştur. Sonunda da bir dönemin karanlık sayfalarına hapsedilmek istenen edipler, entelektüeller ve edep misalleri günün çözülemeyen sorunları karşısında kahramanlaştırılarak bizzat onları karanlığa terk eden toplumlar tarafından geri çağrılmışlardır.
Bir zamanlar Mehmet Akif Ersoy “gelenin zevki için geçmişime sövemem derken hayalperestleri, geçmişin efsunuyla büyülenmiş tutucu ve biçare dindarları” eleştirirken her iki kesim tarafından da anlaşılamamıştır. Ama geldiğimiz bu günde artık her iki kesim de onun çizdiği düşünce yolunun ne denli sağlam olduğunu görerek geçmişten de gelecekten de almamız gerekenler olduğunu, her ikisinden de bir şeyleri bırakıp yolumuza kimliğimiz, edebimiz ile birlikte yeniliğe açık olan tarafımız ile devam etmemiz gerektiğini fark etmiştir.
Gelinen bu noktada günümüzde yeni bir anayasa ihtiyacından, iktidarda yaklaşık olarak sekiz yılını dolduran muhafazakâr ve yenilikçi bir anlayışın varlığından Mehmet Akif’in ne derecede haklı olduğunu anlamamız hiç de zor olmayacaktır.
Öte yandan edebiyatın, yazının ve düşüncenin içine günlük hevesleyi koyanlar, ihtirasları ile edebi karıştıranlar sadece ve sadece yaşadıkları zamana hitap edebilmektedirler.
Edebin, edibin kalemine yansıması bir bakıma da hayat tecrübesi demektir. Yaşamadan yaşamışlık, görmeden görmüşlük ve dertlenmeden sorunları üstlenmişlik fildişi kulelerden topluma bir şeyleri dayatmayı gerektiren olumsuz hallerden başka bir şey değildir. Bu bakımdan İmam Maverdi edep için “Edep tecrübe ile yani bizzat yaşanarak kazanılır” derken edebin edinim usulünü de ortaya koymuştur. Toplumla yaşamayanlar, kendini toplumdan üstün görenler ve edebi kılığa büründükçe edeplikleri kendini beğenmişliğe, topluma yukardan bakmaya doğru terk edenler için entelektüel bir duruştan söz etmemiz doğru olmayacaktır.
Onun için her kim toplum adın, toplum için ve insan için bir şeyler söylemek istiyorsa kurudan kuruya eleştiriden uzak durmalıdır. İster siyasetçi olsun, ister gazeteci, ister yazar, ister başka bir sanat türünden sanatçı… Her kim yaşayarak bir edep olgunluğuna ermeden yaşayanların üzerinde etki bırakmak istiyorsa sadece ve sadece kendini aldatıyor demektir. O yüzden başta siyasetçiler olmak üzere diğerleri toplumun dilinden okumalı, toplumun kalbinden hissetmeli ve toplumun aklından beslenmeli. Ama entelektüel yanını net bir şekilde ortaya koyabilmek adına ise toplumun değil adaletin gözünden görmeli.


Hiç yorum yok: