29 Ekim 2010

Sanat ve Siyaset

Sanat ve siyasetin ortak bir zeminde bir araya gelmesi son derece önemlidir. Ama ülkemizde fikirler üzerine öylesine sert baskılar uygulana gelmiştir ki bu iki kavramın değil ortak bir çerçevede programa dahil olması dillerde dahi telaffuzu tehlikeli addedilmiştir.
Sanatın ve sanatçının özgürlüğü ile siyasetin diktatörlüğü nedeniyle bu ikisi sıkı ilişki içine girememiştir. Peki, gerçekten de öyle midir veya öyle mi olması gerekiyor? Yani sanat ile siyaset bir araya gelemez mi ve gelirse ne olur?

Sanata, aslında sanat icrasına hakim çevreler sanatçının evrenselliğinden bahsederler. Evrensel olmak aynı zamanda her şeyin üstünde olmayı gerektirir. İdeolojilerin, düşüncelerin, ekonominin, devletin ve siyasetin. Tabi burada bitmiyor, ayrıca milletin, kültürün, değerlerin de üstüne çıkabilmelisin. Çünkü sanat “insan zihninin her türlü dış müdahalelerden soyutlanmış bir şekle bürünüp özgür ve özgün işlemesidir” anlayışı hakimdir.
Sanat için sanat anlayışının temelinde de zaten bu düşünce yer almaktadır. Bunun karşısında diğer bir alanı da sanatın insan için olduğudur. Bu düşünceyi savunanlar da sanatın halkın yararına olacak ve bir nevi eğitici niteliği olan bir yapı içinde olması gerektiğini belirtirler.
Bu yazıda bu iki düşünceyi tartışmaya açacak değilim. Benim dikkatleri üzerine çekmek istediğim noktada sanatın düşünce boyutu yer almaktadır. Zira düşünce yoksunu, fikir fukarası insanların sanat ile ilgisinin olması beklenemez. Dibine ışık vermeyen mum gibi taklitçiler bu yapının içinde sanatçı olarak değerlendirilemez.
Düşünce kavramının sanatta önemli bir hükmünün olması beraberinde sanat ile ilgilenen kesimlerin zihinlerini çok daha kıvrak kullandıkları anlayışını doğurur. Evet, öyledir. Sanatçı aydın kişidir. Çünkü sanattaki farklı düşünebilme yetisi aynı zamanda beraberinde yerleşik düşünce kalıplarına uymayan “bir başkasını, ötekini, dahasını ve fazlasını” arayan bir düşünceyi beraberinde getirir. Burada karşımıza eleştiri kültürü çıkar. Cemil Meriç’in dediği gibi “eleştiri başlı başına bir sanattır”.
Eleştirinin içinde yer alan üç temel unsur başlı başına bir sanat olan eleştirinin aynı zamanda “oturduğu yerden ahkam kesmek” olmadığını, aksine oldukça zor bir iş olduğunu da ortaya koyar. Bu unsurlar, “ehliyet, araştırma ve uyanık bir şuura” sahip olmaktır. Zaten bu üç unsur ile düşünce pratiklerini geliştiren zihinler tabiriyle “uyanık” zihinlerdir. Buradaki uyanık elbette ki siyasetin içindeki uyanıklarla aynı manayı paylaşmamaktadır.
Sanat insana hür düşünmeyi gerektirir. Elbette bu hür düşüncenin kıstasları ve çerçevesi tartışmaya açıktır ama yukarda Meriç’in belirttiği gibi eleştirel bir formun içinde yer alabilmektir bu hür düşünce. Elbette eleştiri saf ve tam kusursuz olamaz. Olsaydı zaten sanat değil bilim olurdu (Bugünkü manada biliminde kusursuzluğunu diyemeyiz elbet).
Bireyin “ben” değerini üretebilmesidir sanat. Kendinden ve kendi olanı ortaya koyabilmesidir. Yaşadıklarını algılaması ve kamusal alanda “ben de varım” diyebilmesidir. Her ne kadar günümüz modern milletleri halklarına örgütlü toplum olma yolunu çizseler de ortada eksik kalan örgütlü toplum içinde bireyin benliğidir. Bu öyle bir benliktir ki bencillikle alakası olmayan, yaşadığı toplum içinde “ben” varlığından hareketle “değer” üretebilendir.
Bu bakımdan sanat kendisiyle uğraşanlara değerler üretmelerini, düşünmelerini, körü körüne algıladıklarını kabul veya reddetmemelerini öğütler.
Siyasette gelince, siyaset de düşünce gerektirir. İnsanların önüne çıkabilmek için siyasetçinin güçlü olması gerekir. Bu güç de aslında bilgidir. Bilginin zihinsel süreçlerde işlenmesidir. Zaten bu yüzden milletlerin önüne derin ufukları açabilen zihinlere sahip kişiler tarih içinde büyük liderler olmayı hak etmişlerdir.
Dolayısıyla siyaset ve sanatın merkezinde bireyin hür düşünceye sahip olması yatmaktadır. Fakat bu kalıptan baktığımızda ülkemizde bunu görmek pek de mümkün değildir.  Çünkü siyaset, çok fazla düşünen ve sorgulayan değil daha çok kendinden yana, kendinden taraf olan insanları sevmektedir.
Böyle insanların sorgulamaması, eleştirmemesi hem liderlik sultasına uygun düşmekte hem de siyaseti belli programların ve ekibin değil de bazı dar çevrelerin sahiplenmesini, üstlenmesini temin etmektedir. Sorgulayan beyinler aslında siyasette çok sevilmez. Belki bu durum ülkemizde bir çok yapıda da benzer niteliktedir ama siyasette bu özelliğin daha belirgin öne çıkmasının temel sebebi, toplum mühendislerinin işlerine yaramasıdır. Böyle olduğundan da halkla ilişkiler adı altında bireyler, kitleler ve milletler istenilen yöne çekilmektedir. Bu bakımdan siyaset düşünen ve araştıran bireyleri değil, belli bir duygusal hedefe kilitlenmiş, belli komutlar ile hareket etmeye programlanmış, belli bir çevrenin meşruiyetine biat etmiş bireyleri sevmektedir.
Bu bakımdan siyaset ile sanatın aynı siyasi yapı içinde yollarının kesişmesi pek de mümkün olmamaktadır. Siyaset kurumunun sanata değer vermesi daha çok “ne kadar kendisini eleştirmez ve halkı eğlendirirse, ne kadar sosyal ve sanatsal etkinlik düzenlerse, ne kadar siyasilerin düşünce alanına giren konular üzerinde düşünmezlerse” kendini ifade eder. Zaten devleti ve kurumlarının işleyiş yapılarını, siyasileri ve onların politikalarını eleştirenlere devletin ve siyasetin sahip çıkması da pek mümkün değildir bu bakımdan.
Oysaki siyaset kurumlarının bilhassa siyasi partilerin teşkilatları üzerinden sanatın bir çok alanına dahil olma eğilimlerinin olması gerekir. Bunlar yapılmadı da değildir. 1970’li yıllarda sol partilerin özellikle tiyatro ile seçim kampanyalarını yürüttüklerini hatırlayacak olursak aslında bu siyasetin sanatı sömürmesi değil, sanatın belli bir düşünceyi siyaset alanından ifade edebilmesidir. Siyasetin de topluma vermek istediği mesajları sanat üzerinden vermesidir.
Beklide bunun önüne çekilen ve zihinlerde kalın bir duvar oluşturan şu görüş bu iki kavramda olduğu gibi başka kavramların da siyaset ile yan yana gelememesinin nedenidir. Memurlar siyaset yapamaz, sanatçılar siyasi söylem içinde olamaz, işçiler zaten bu hakka sahip olamaz, çiftçiler ne anlar siyasetten, sanayiciler işleri gereği iktidara aykırı söz üretemez. Geriye sadece vatandaş kaldı. Vatandaş da tercihini yapsın derler. Ya ondan, ya bundan.
Düşünce belli bir küpün içine sığmayacak kadar şekillidir aslında. Düşünceyi “eğer sanatçıysan siyaset ile ilişkili olmazsın” diye ayrıma tabi tutmaya çalışırsak farkına varmadan toplumun iç dinamiklerinin belirsiz bir gerilime girmesine sebep veririz. Sanat yoluyla kitlelerin farklı düşünceleri tanıması toplumun iç gerilimini azaltıcı niteliktedir. Aksi taktirde hoşgörü fukarası, saygıdan yoksun, kibar ve nezih bireyler olma ümidimiz gittikçe tükenir. Zaten günümüzün en önemli sorunu aynı ülke içinde birbirimizi tanımamamız değil midir? İşte sanat ülke sınırları içinde yaşayan her türlü farklılığı birbirine tanıtıcı bir niteliğe sahiptir. Bunu yaparken kullanacağı dil de sert ve kaba değil aksine düşündürücü ve yüksek gerilime sebep verebilecek konularda dinginleştiricidir.
Sanat ile siyasetin yollarının kesişmesi güçlü bireyleri meydana getirecektir. Güçlü birey düşünecektir, sorgulayacaktır, kuru kuruya kimsenin sloganlarına boyun eğmeyecektir. Güçlü bireyler “ben de varım” diyerek toplum içindeki konumunu belli edecektir. Silikleşmemiş kişilikler, törpülenmemiş karakterler ve ne olduğunu bilen insanlar karşımıza çıkacaktır.
Madem ki siyasi partilerin ana kademelerden bu yönde bir adım atılmayacak, gençlik kolları yapıları sanata sahip çıksın. Şayet gençler de kendilerine “başkanım” diyecek emir erleri arıyorsa bu işin ucundan tutmayacaklardır. Yok, “gelişmemiz lazım” diyorlarsa tüm gençlik dinamizmlerini sanatın nezih havasıyla birleştirerek geleceğin toplumunu inşa edeceklerdir. Ayrıca siyasi partilerin sanata değer vermesi ve sanat ile birlikte hareket etmesi bazı sanatçıların ölüm ve benzeri diğer yıldönümlerinde onlar adına tertiplenen programlar düzenlemek değildir.






Hiç yorum yok: