14 Ekim 2010

Muhafazakar Demokrasi Üzerine

2001 yılında Ak Parti ülkemizdeki demokratikleşme hareketlerinin siyasal temsilcisi kurumlarından olan siyasal partilerden 286.’sı olarak kuruldu. 1850’li yıllardan 2000’li yıllara kadar nice siyasi parti kurulup bir şekilde tarihin karanlığında kaybolmuştur. AK Parti’nin daha kuruluşunun ilk günlerinde, tarihin bu yeni muhafazakar partiyi de silip süpüreceğine dair manşetler ve yorumlar art arda gelmekteydi.
Ak Parti siyasal yelpazedeki yerini “Muhafazakar Demokratlık” ile ifade etmiştir. Nitekim 15 Ağustos 2001 tarihli milliyet gazetesi manşetten “Ampul de Aydınlatmadı” ile Ak Parti’nin siyasi parti çöplüğüne aday bir parti olduğunu belirtmiştir. Daha kuruluşunun ilk gününde manşetlere taşınan Ak Partide ki baş örtülü kadın temsilciler ile çok eşli kişilerin varlığı olmuştur.
Fikret Bila 15 Ağustos 2001’de milliyet gazetesindeki köşesini şu cümleler ile bitiriyordu: “İlk gün sergilenen tablo, çekirdeği türbanın simgelediği siyasi hareketle oluşturulmuş, dışının ise merkez sağ ambalajla oluşturulmuş bir parti kurulduğu izlenimi veriyor”.  Aynı günlerde diğer gazetelerin köşe yazarlarının yorumları da pek farklı değildi. Hatta Bila’nın yazısı içlerinde en merhametli olanlardandı.
Recep Tayyip Erdoğan’ın, Ak Parti’nin siyasal kimliğini ısrarla “muhafazakar demokrasi” olduğunu söylemesine rağmen bazı çevrelerden bu kimliğin imkansız bir şey olduğuna dair şiddetli eleştiriler gelmekteydi.
Bu iki kavramın tek bir siyasi partinin çatısı altında bir araya gelememesi o günün koşullarında bazı haklılık payı taşımaktaydı. Çünkü muhafazakarlık ile demokratlık ülkemizde sağ ile sol siyasal zeminin neredeyse birbirlerine karşı kullandıkları ana argümanlardan oluşmaktaydı.
Muhafazakarlık ülkemizde Osmanlı Devletinin son dönemlerinden beri Devlet-i Ali Osmaniye’nin kurtuluş şemasını kendine ait değerlerine sahip çıkması ve yenilikçi hareketleri kendi içinden yapması gerektiğini günümüze kadar değişik ortam ve şekilde benimsemiştir. Buna karşın demokratlık ise yine o günlerden günümüze modernleşmenin ve batıya has evrensel değerlere erişmenin yolunu oluşturmaktaydı. Bu bakımdan muhafazakarlık ülkemizdeki sol kesime göre gericilik, demokratlık ise sağ kesime göre öz değerlerimizden kopup batıya teslim olmak ile eş değer nitelikteydi.
Bu yeni siyasal kimliğin içeriğinin doldurulması maksadıyla 2004 yılında Ak Parti tarafından birinci ulusal muhafazakar demokrasi konulu bir sempozyum düzenlendi. Konuyu detayları ile irdelemek isteyenler bu sempozyumun basılı kitabına erişip kavramı destekleyen ve reddeden akademik yazıları okuyabilirler.
Bu sempozyumdan kısa notlar verecek olursak, Ali Bayramoğlu ve Mustafa Erdoğan kavramın siyaset biliminde olmadığını söylerken bunlara cevap olarak da “şimdiye kadar olmadığı bundan sonra olmayacağı anlamına gelmez” ifadesiyle Ömer Çelik ve Yalçın Akdoğan’dan geldi.
Toplumumuzun zihninde muhafazakarlık “dini ve manevi değerlere bağlılık” şeklindedir. Bu manada birey ve toplum ilişkilerinde siyasetin rolü insani erdemlere hizmet eden bir kimliğe büründürülür. Yani siyaset yaratılmış insanın dünya hayatı sonrasına sağlayacağı katkıyla doğrusal ilişkilidir. Cennete götüren yol iyi, ötekiler ise kötüdür.
Oysaki bu düşünce anlayışı muhafazakarlığı ifade etmede her zaman için yetersiz kalmıştır. Muhafazakarlık “değerler” ile yakından ilgili olduğu kadar insana ve topluma, geçmişe kısır bir bağlılıktan çok onların geleceğine dönük olarak refah arayışlarını ortaya koymayı telkin eden bir anlayış bütünüdür. Siyasetin hangi ideolojik sistem ile veya kimlikle yapılıyor olmasına karşın hepsinde görülen ortak noktası “geleceğe dair olanı” ortaya koyma süreçlerini kapsıyor olmasıdır.
Siyaset insan ve topluluklara geleceğe dair söylemler üreterek onları kendi tarafına çekmeye çalışan siyasiler ve ideologlar tarafından yapılır. Bu noktada da muhafazakarlık neredeyse yanlış anlaşılmıştır. Çünkü muhafazakarlık “geçmişe olan sıkı bağlılık ile geleceğe dair yenilikleri reddeden bir anlayış” ile bu kimliği sahiplenen veya reddedenler tarafında ülkemizde yanlış yorumlanmıştır.
Zira muhafazakarlığın temelinde yer alan tarihi zenginlik ve deneyimler ile geleceği yeniden inşa etme arzusunun varlığı kavramın bireylere doğru anlatıldığında bir toplumu gelenekleri ile nasıl muasır medeniyetler seviyesine çıkartacağını belirler. Fakat erken cumhuriyet yıllarında eskiyi reddediş politikalarının bir uzantısı olarak da muhafazakarlık asli anlamından uzaklaştırılmıştır. Çünkü muhafazakarlık din ile eşdeğer olarak topluma işlenmiştir. Fakat bu işleme sürecini gerçekleştirenler her nedense batıdan transfer etmeye çalıştıkları demokratlık veya liberalizm gibi siyasi kavramları ilahlaştırırken neden batıda yerini koruyan muhafazakarlık anlayışını da olduğu gibi çevirmemişlerdir? Bu da üzerinde düşünülmesi gereken ilginç bir soru olmaktadır.
Demokrasi “halkın kendi kendisini yönetmesi” olarak özetlenir. Günümüz modern dünyasının da en ideal yönetim şekli olduğu üzerinde genel bir anlayış hakimdir. Elbette demokrasinin bir model olduğu ve onu elinde bulunduranlar tarafından nasıl kullanıldığına dair değişik ülkelerde birbirinden çok farklı uygulamamaları vardır. Demokrasinin içinde halkın kendisini yönetmesinden belki de daha da önemli bir iki kavram daha bulunmaktadır ki bunlar “diyalog, tahammül ve uzlaşmadır”. Özellikle diyalogun gelişmediği toplumlarda yönetim şekli her ne olursa olsun demokrasinin adı olsa bile varlığından söz etmek mümkün değildir.
Ülkemizde muhafazakarlık ve demokrasinin geldiği bazı dönemler vardır ki akıllardan hiç çıkmayacak kadar birbirlerine ağır eleştiriler yüklemişlerdir. Muhafazakarların demokratları din düşmanlığı ile itham etmeleri ve karşılığında da demokratların cumhuriyete ve laikliğe vurgu yaparak muhafazakarları gericilik ve ülkenin bütünlüğünü bozucu unsur olarak nitelemeleri ne hazin verici bir durum olmuştur.
Burada unutulmaması gereken bir hususu dile getirmekte fayda olacaktır. Gelişmiş siyasi yapıya sahip ülkelerde farklı siyasal kimlikler sadece toplumun ve devletin gelişimi için yapılacak eylemlerin taktik alanını kapsar.  Yani siyasal kimlikler esasında kimin hangi hizmeti neden ve nasıl yapacağının bir görüntüsüdür. Fakat bizim ülkemizde her nasıl olduysa farklı siyasal kimlikler arasındaki iktidar arayışları/mücadeleleri çoğunlukla birinin ötekini devlet düşmanı olarak göstermesine dayanmaktadır. İktidarda olan, muhalefetten her kimin iktidara gelirse devletin ve toplumun temel değerlerine saldıracağını ve devlet ile milletin bazı niteliklerini değiştireceği teziyle iktidarlığını korumaya çalışmıştır.
Buna karşın muhalefette yer anlalar ise iktidara geldiklerinde köklü değişiklikleri yapacaklarını iddia etmişlerdir. Yani uzun yıllar ülkemizde siyasi partileri iktidar veya muhalefet fark etmeksizin sistemi değiştirme veya koruma mücadelesi içine girmişlerdir. Aslında bu gerçek bir tartışmadan ziyade yapay bir tartışma idi. Yani güreşen güreşçilerin içine çekildikleri ilginç bir minderdi bu durum. İçine çekildikleri bir minder diyorum zira burası oldukça önemlidir.
Zaten siyasetçilerin bu yanlış minderde güreşme basiretsizliği siyasete siyaset dışı müdahalelerin de kaynağını oluşturmuştur. Bu sürecin bu bakımdan iyi irdelenmesi gerekir. Fakat konuyu farklı alana çekmemek adına sadece bu kadar değinip muhafazakar demokrasinin içeriğini doldurmaya başlayalım.
Ak Parti’nin kuruluşunun birinci yıldönümünde Recep Tayyip Erdoğan’ın yaptığı kuruluş konuşmasında muhafazakar demokrasi için aşağıdaki sözleri dikkat çekicidir:
Biz AK PARTİ olarak; siyasi değerler sisteminde kendimize bir yer ararken, hiç düşünmeden “muhafazakar demokrat” tanımını seçtik. Çünkü; Türkiye’yi gerçekten büyük kılan tarihi dinamizmi, milli ve coğrafi değerleri elde tutmaksızın Türkiye eksik kalırdı. Bu bizim muhafazakar yanımızdı. Türkiye, bünyesinde derin hatıraları barındırdığı gibi yüksek düşleri de barındırmaktadır. Biliyoruz ki halkımızın düşü; Kalkınmış bir Türkiye’dir. Fabrikaları çalışan, ticareti işleyen, işsizi, açı ve yoksulu olmayan bir Türkiye’dir. Hukukun üstünlüğü anlayışının teminatı altında, hak sınırlamasına maruz kalmadan özgürce yaşayan bir toplumdur. Öteki-beriki, Doğulu-Batılı, elit-avam, Türk-Kürt, alt-üst, birinci sınıf-ikinci sınıf, beyaz Türk-zenci Türk v.s. ayrımcılığına maruz kalmayan bir kardeşler topluluğudur. 14.08.2002”.
Aslında, Erdoğan burada ciddi bir şekilde muhafazakarlığa dair yanlış düşüncelere reddiye niteliğinde bir cevap vermektedir. Muhafazakarlığın sadece geçmişin hülyalarına sarılıp kalan ve kurtuluşu geçmişte arayan bir bakış ile tanımlamayıp geleceğe dair siyasi söylem üreterek toplumsal bir amacı ortaya koyduğunu bildirmektedir. Türkiye’yi gerçekten büyük kılan tarihi dinamizmi, milli ve coğrafi değerleri elde tutmaksızın, Fabrikaları çalışan, ticareti işleyen, işsizi, açı ve yoksulu olmayan bir Türkiye hayalini ortaya koyarak muhafazakar demokratlığın niteliğine değinmektedir.
Demokratlık esasında demokrasinin içinde yer alması gereken ve yukarıda bahsettiğimiz “diyalog, tahammül, hoş görü ve uzlaşma” kültürlerin bir arada ortak bir kimlikte toplanmasıdır. Erdoğan konuşmasında; Öteki-beriki, Doğulu-Batılı, elit-avam, Türk-Kürt, alt-üst, birinci sınıf-ikinci sınıf, beyaz Türk-zenci Türk v.s. ayrımcılığına maruz kalmayan bir kardeşler topluluğu modelini çizerken aslında Ak Parti’nin kuruluş gününden günümüze uzanan politikalarının da temelini belirtiyordu.
Hala milli birlik ve kardeşlik projesinin içeriğini anlayamayanlar ile neden 2009 bu açılıma başladınız diyerek Erdoğan’ı eleştirenlerin bu satırları dikkatle okumasında fayda olacaktır. Milli birlik ve beraberliğin ve özellikle toplumsal uzlaşmanın Ak Parti ile birlikte nasıl hızla geliştiğini görmek için son sekiz yıllık süreçteki gelişmeleri yakından takip etmekte fayda olacaktır. Ne yazık ki ülkemizde muhafazakarların karşısında olup da demokrat olduğunu söyleyenlerin toplumu “öteki-beriki, örtülü-örtüsüz, elit-avam, beyaz Türk-zenci Türk” gibi ayrıma tabi tutmasına özellikle 90’lı yıllarda şahit olduk. Aynı şartlarda Anlara Ün. Hukuk Fakültesinden mezun olan iki gençten birisi Anadolu’nun köyünden gelmiş ise elit bir yapıdan gelen ikinci öğrencinin karşısında savcılık ve hakimlik gibi diğer üst makamlara yerleşmesinin ne kadar zor olduğunu bu süreci birebir yaşayanlar daha iyi hatırlayacaklardır.
Ak Parti’nin çizmeye çalıştığı demokratlık kimliği işte tam da bu noktada diyaloga, tahammüle ve uzlaşmaya yönelik bir adım olarak ülkemiz siyaset sahnesine çıkmıştır. Zira Ak Parti’den evvel ki partilerin genel iki özelliği bulunmaktaydı. Bunların ilki siyaseti belli bir ideolojik temele dayandıran ve o ideolojinin kalıplarını aşma eğilimi göstermeden hareket edenlerdir. Bun tür siyasi partiler kendi varlıklarını korumayı kamunun değerlerini tesis etmenin üzerinde tutmuşlardır. Bu yüzden de toplumun ihtiyaçlarını anlayamadıkları gibi zaman geçtikçe toplumun gerisinde kaldıklarına da şahit olduk.
Diğer kanatta yer alan siyasi partilerin temel özellikleri ise belli bir siyasi rantı ekonomik rant ile ilişkilendirme eğiliminde olan partilerdir. Bunların da temel özellikleri kendi varlıklarını ön planda tutma gayreti içinde olmalarıdır.  Bu şekilde ülkemizde gelinen noktada siyaset toplumdan kopmuş ve radikal bir kimliğe bürünüp fikir üretemeyen, adeta kör ve sağır bir kişiliğe dönüştürmüştür.
Bu bakımdan muhafazakar demokrat kimliği esasında Ak Parti’den ziyade milletin yeniden siyaset alanına dönüşünün bir şeklidir. 2004 yılında Erdoğan “'AK Parti, yeni muhafazakar demokrat çizgiyi, muhafazakarlığın genlerine ve tarihi kodlarına uygun şekilde, ama siyaset yaptığı coğrafyanın toplumsal ve kültürel geleneklerine yaslanarak ortaya koymaktadır. AK Parti, kendi düşünce geleneğinden hareketle, yerli ve köklü değerler sistemimizi evrensel standarttaki muhafazakar siyaset çizgisi ile yeniden üretmek amacındadır”  ifadesiyle toplumu ile siyaset kurumu arasındaki bağların inşa edileceğini ve bunun muhafazakar demokrasi ile oluşturulacağını belirtmiştir.
Yazımızın ilk bölümünde muhafazakarlar ile olmayanların birbirlerine yönettikleri ithamları genel çerçevede belirtmiştim. Yine hatırlatacak olursam muhafazakarlık ülkemizde dindarlık ile birlikte anılmıştır. Dindarlık ise modern ve laik ülkemizde gericilik ile eşdeğer olmuştur. Bunu da “irtica” etiketi ile topluma enjekte edenler hem siyaset hem medya hem de askeri kanatlarda yer almıştır. Bu durum öyle ilerlemiştir ki ülkemizde terör sürekli tırmanan bir niteliğe bürünmesine karşın Milli Güvenlik Kurulu toplantılarının bir numaralı maddesi yıllarca ülkemizde “irtica” meselesi ve onunla girişilecek mücadele üzerinde olmuştur. Burada durup yeniden düşünmekte fayda olacaktır.
Ak Parti’nin kuruluş felsefesini ortaya koyma bakımından Erdoğan muhafazakarlık ile dinin ve doğal olarak da siyasetin ilişkilendirilerek toplumsal hafızalarda eski usul alışkanlıkların yeniden işleneceğini bilen bir siyasetçi olarak muhafazakar demokratlığın din ile ilişkisini de net biçimde ifade etmiştir:
“Muhafazakar demokrasi' anlayışımız, geleneği önemsemekle birlikte modern kazanımları reddeden bir gelenekçilik gütmemektedir. AK Parti, körü körüne geleneği veya modern olanı reddetmek yerine, yeni bir senteze varılması gerektiğini düşünmektedir. AK Parti, toplumsal olanı, grup aidiyetini ve sivil toplumu önemli bulurken, cemaatçi bir yaklaşımı ön plana çıkarmamaktadır. AK Parti, dini bir toplumsal değer olarak önemsemekle birlikte, din üzerinden siyaset yapmayı, devleti ideolojik bir dönüşüme uğratmayı, dini sembollerle örgütlenmeyi doğru bulmamaktadır. Din üzerinden siyaset yapmak, dini araç haline getirmek, din adına dışlayıcı bir siyaset yürütmek hem toplumsal barışa, hem siyasi çoğulculuğa, hem dine zarar vermektir (10.01.2004)”.
Yukarıdaki söylem ile birlikte din ile siyaset ilişkisinin Ak Parti tarafından nasıl ele alınacağı ortaya konmuştur. Konuyu daha da açmak maksadıyla Erdoğan’ın din ve siyaset ilişkisine dair olan düşüncelerine de burada yer vermek isabetli olacaktır.
“Dini ve dindarları önemsemek, dini 'değerlerin sosyal fonksiyonları' kabul eden bir parti olmak ile dini bir ideoloji haline getirerek devlet aygıtı marifetiyle ve zorla toplumu dönüştürmeyi amaçlayan bir parti olmak arasında çok ciddi bir fark vardır. Din adına parti kurmak veya böyle bir imaj vermek, topluma ve dine yapılabilecek bir kötülüktür. Din, mukaddes ve ortak bir değerdir. Bunu kimse, siyasi taraftargirlik konusu yaparak bölünme ve arayışlara sebebiyet vermemelidir (10.01.2004)”. ''AK Parti, dini bir toplumsal değer olarak görmekle birlikte din üzerinden siyaset yapmayı, dini sembollerle örgütlenmeyi doğru bulmamaktadır. Din mukaddes ve ortak bir değerdir. Bunu kimse siyasi taraf, birlik konusu yaparak bölünme ve ayrışmalara sebebiyet vermemelidir (24.01.2004)”.
Bu sözler sol kesimin yıllardır ülkemizde ürettiği “din korkusu” teorilerine su döker mi bilemeyiz ama Ak Parti’nin Türkiye’yi bir bütün olarak görme gayretinin bir parçası olduğunu söyleyebiliriz. Geldiğimiz bu noktada yani “Türkiye’yi Bir Bütün Görme” noktası aslında ülkemizdeki siyasetin de anahtarını oluşturmaktadır. Türkiye’yi bir bütün olarak göremeyen hiçbir siyasi akım belli bir ideolojinin veya yerelliğin etkisinden kurtulamaz. Türkiye’yi bütün olarak algılayamayan ve ona göre siyaset geliştiremeyen partiler iktidarı elde etseler bile toplumun gelişimine daha fazla direnemeyerek ellilerindeki her türlü imkanlarını kaybetmeye mahkum olacaklardır.
Ak Parti’nin izlemeye çalıştığı muhafazakar demokratlık esasında ülkeyi bir bütün olarak görme eğilimindedir. Zira Erdoğan’ın özellikle gittiği illerdeki genel bir sözü olan “biz Diyarbakır’da başka İstanbul’da başka konuşmuyoruz” ifadesi üzerinde ciddi olarak düşünülmesi gereken bir siyasal mesajdır yer almaktadır.
Peki, Türkiye’ye bütün olarak bakıldığında ortaya çıkan manzara nasıl olmaktadır? İşte bu sorunun cevabı bu ülkenin zenginliklerini görmeyi beraberinde getirir. Anadolu’nun tarihin her evresine beşiklik yapmış olması çok farklı kültürler ile zengin bir düşünce coğrafyasını da önümüze açmaktadır. Bu kadar zengin içeriğe sahip olan bir ülkenin siyasal söylemlerinin de zengin içerikli olması kaçınılmazdır. Siyasal mesajların zenginliği ise içeriğindeki hak ve özgürlüklerin zenginliği ile doğrusal bir bağa sahip olmasındadır. Ne kadar eşitlikçi ve özgürlükçü bir siyasal söylem üretiliyorsa mesajın erişebileceği kesimler de o kadar geniş olacaktır. Yani ülkenin bütününe ulaşma gayreti içinde olacaktır mesajlar.
Fakat bunun karşısında ne kadar dar bir çerçeve içinden mesajlar oluşturulursa yani ideolojik veya başka bağlamlar üzerinden siyasi söylemler üretilirle o ideolojiye veya yerelliğe sığmayan diğer kültürler, farklılıklar mesajın kapsama alanı dışında kalacaktır. Bu da şu demektir ki “ ya bizim sözümüze itaat ya da sonuçlara katlan”. Zaten yıllarca ülkemizde değişik zamanlarda değişik fikirler ve temsilcileri bazı sonuçlara sırf itaat etmedikleri için katlanmadılar mı ki?
İşte Ak Parti’yi farklı kılan ve siyaset mühendislerinin anlamadığı bir hüviyete taşıyan özellik buradadır. Çoban ile mankenin oyunu bir görmeyen anlayışın demokratlıktan bahsetmesi ve bundan konuşurken de kendisini –sözde- demokrat ilan edip ötekini gericilik ile suçlaması bugün pozitif bilimin kıstasları ile dahi anlaşılamayacak kadar girift bir yapıdadır.
Son olarak yazıyı yine Erdoğan’ın konu ile ilgili bir sözü ile noktalandıracak olursak bütün bahsetmeye çalıştıklarımızı da özetlemiş olacağız:
 AK PARTi muhafazakarlığı her türlü köktenciliği, aşırılığı, radikalizmi, toplum mühendisliğini reddeder, orta yol, uzlaşma ve itidali esas alır. AK PARTi kimlik siyaseti yerine kimlikli siyaseti vurgular. AK PARTi gerilim ve kriz üreten çatışmacı kimlik siyaseti yerine,  kucaklayıcı ve kuşatıcı bir siyaset tarzını ön plana çıkarır 181.11.2006)“.
Tekrar Görüşmek Ümidiyle…

Hiç yorum yok: