İdeolojilerin temel ilgi alanları bilinçler üzerinedir. Bilinç, bilgi, genel geçerli olan ve üstün olanın ifadelerini ortaya koyma çabalarıdır. İdeolojiler varlıkları sürekli tartışılsa da genel mahiyette insanları ve toplumları etkisi altına almayı başarmaktadırlar.
Temelde ideolojilerin hakkında iki bakış açısı vardır. Tracy ile birlikte bu iki bakış daha çok tartışılmaktadır. Bunlardan birincisi ideolojilerin olumlu olduğuna dair olanıdır ve ideolojiler toplumsal bilincin oluşturulması için zorunlu bir geçekliktir. Öteki tarafta ise ideolojilerin yanlış bir bilgiye dayalı olduğu vurgulanmaktadır.
Günümüzde ideolojilere öylesine yüklü bir misyon biçildi ki Huntington’un “medeniyetler çatışması” ile dünya üzerinde küresel bir terör dahi oluşturularak terörü yasallaştırma çabaları dahi gerçekleştirildi.
Diğer tarafta ise ideolojiler güçlü devletlerce zayıf devletleri, yerel halkın tepkisini çekmeyerek işgal etmek için kullanıldı. Markalar, ürünler, yaşam tarzları bir dayatma ile değil de yeni bir ihtiyaç olarak sunuldu zayıf devlet halklarına.
İdeolojiler milletlerin değerlerini tersyüz etmek için topluma entegre edilen kültürel ve ekonomik fırsatların felsefesini temsil etmektedir. Toplumların ortak hafızası arasında gedikler açmak için kullanıldı ideolojiler. Görevlerini başarıyla yerine getirebilmeleri için toplumların önüne önce tehlikeler konuldu.
Üretilen yapay tehlikeler, toplumun devamlılığı için sürekli bir mücadele içine girilmesi gereken “ötekiler” idi. Ötekiler mevcut devlet düzenini bozmak için toplumun arasına karışma eğiliminde olan tehlikeler (fikir, insan, ırk, din, bölge, para, cinsiyet vs) olarak algılatıldı. Sonunda da “birileri” çıkıp “ötekini biz durdururuz, bize güvenin” mesajını topluma sundu.
Birileri, ötekini durdurmak için kollarını sıvayanlar idi. Ne isimlerinin ne de nereden geldiklerinin pek önemi yoktu, yeter ki sorunu çözsünler. Toplum sorunun çözümü için kendisine sunulan bu reçeteye zamanla uyarak ötekinin karşısında “kendisine yeni biçilen konuma” alışmaya başladı. Böylece toplumsal değişimler baş göstermeye başladı.
Aslında ötekine karşı alınan bu cephe aynı zamanda toplumun kendi ortak yapısına karşı alınan bir cephe durumundadır. Zira üretilen öteki, dışarıdan gelip toprakları istila etmek isteyen belli ve somut bir güç değildi. Aksine “ötekileştirilen yine toplumun içinde zaten yıllarca ortak yaşanılan idi”.
Bir devletin ortak millet algılaması çok farklı niteliklere bağlıdır. Millet, ötekileştirme sürecinde birileri tarafından esasında tarih, dil ve değerler birliğine sahip genel bir toplumu işaret eder. Diğer tarafta ise din temelli bir millet algısı bulunur. Toplum ise millet algısından daha geniş bir çerçeveyi çizerek çok daha farklı niteliklerin bir arada yaşamasına müsaade eder. Örneğin Amerikan milleti pek kullanılmaz, Osmanlı milleti kullanılmadığı gibi. Ama Amerikan toplumu, Osmanlı toplumu gibi kullanımlar daha geniş bir anlamı ifade eder.
Bizde ise cumhuriyetle birlikte Osmanlı’dan kalma toplum kavramı “Türk Toplumu” yerine “Türk Milleti” ifadesini almaya başlamıştır. Esasında bu kullanımın kökleri 1870’li yıllara kadar inmektedir. Ülkemizde toplum ile millet kavramlarındaki bu dönüşümün sebebi ideolojik dönüşümlerde aranabilir. Tanzimat Dönemiyle başlayan yeni kimlik arayışları ideolojik bir savunmayla “Osmanlı toplumundan Türk milleti” algılamasına kaydırıldı.
Toplumsal dönüşümlerin mühendislik yoluyla yapılmak istendiğinde ve toplumun ortak hafızasına gedikler açılarak oluşturulmasının, ideolojilerin kullandığı başka yöntemler arasından sadece birisi olduğunu belirtmiştik. Tarihimizde bu gediklerin nasıl açıldığını incelemek oldukça ciddi bir işlem gerektirmektedir. Çünkü açılan gediklerin boşluğu tarafından yutulmuş birçok gerçek bilgiye ulaşmada ciddi sıkıntılar içindeyiz. Arşivlerin yok edilmesinden, arşivlerdeki kullanılan dilin günümüzde bizler tarafından kullanılmıyor olmasına kadar farklı sebepler bu sorunun içinde yer almaktadır.
Esasında Osmanlı toplumundan Türk milleti anlayışına geçişin izlerine baktığımızda bu ideolojiyi topluma entegre eden kişiler ile ideolojinin yazarları farklı kimliklerde karşımıza çıkmaktadır. Türkçülük ideolojisinin ilk düşünürü aslen Fransız ve mason-yahudi olan Leon CAHUN’dur. Cemil Meriç’in ifadesiyle “Türkçülüğün Kuran-ı Kerimi” niteliğinde olan “Asya tarihine Giriş: Türkler ve Moğollar” kitabı Türkçülük ideolojisinin başyapıtıdır. 1876 yılında Cahun’ın yazmış olduğu “Gök Bayrak” romanı Ziya Paşa tarafından “Türkçülüğün Esasları” adlı çalışmasının ana kaynağını oluşturmaktadır.
Osmanlının toplumsal yapı algılayışını Türkiye cumhuriyetinin Türkçü millet algısına dönüştürme faaliyetleri ülkemize batılı devletler tarafından entegre edilmiştir. İşte burada yukarıda bahsettiğimiz “ötekileştirme sürecine sahip çıkan birileri” kimliğini açmış bulunuyoruz. Birileri sıfatıyla belirtmek istediğimiz Türkçülük ideolojisinin fikir babaları aslında bu toplumun içinden çıkmış insanlar değildir.
“Sizi ben korurum” dayatmasının ömrü çok fazla olmamaktadır. Tarih iyi incelendiğinde insanların veya toplumların kaderi olmaya çalışan şahıslar veya fikirler onlara sundukları ile veya sunamadıkları ile varlıklarını ya devam ettirmiştir yâda tarih sahnesinden çekilmiştir. Şayet Türkçülük ideolojisi ile yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devletinin bütün vatandaşlarına “pozitif bir ırk algısı” verilmeye çalışıldıysa bunun çok fazla ömürlü olmayacağı eldeki formüllerden anlaşılmaktadır. Böyle değil de millet tanımlaması yapılırken tarihin ortak mirasına ve ilişkileriyle değerlerine sahip topluluklar “dünya ölçeğinde daha avantajlı bir kimlik” ile donatılmak isteniyorsa o zaman bu ideoloji daha uzun ömürlü olacaktır.
Tükenmişlik ideolojisi aslında kendi kendisini tüketen bir egemen güç yapısının ifadesidir. Ötekileştirilenin hakkında yapılan tanımlamalar birilerinin buyruğuna uyanlara “siz en güzel olansınız” mesajını taşır. En güzel olan ise doğal olarak en güzel olana layık olacaktır. Birileri bu layık olunanı halklarına sunmak noktasında da oldukça cömerttir. “Biz size, sizin tüm ihtiyaçlarınızı temin ederiz” diyerek layık olunan şeyi önlerine koyarlar.
Birilerinin bu kadar cömert olması, tüm hak ve özgürlükler ile devlet yönetiminin yani siyasal alanın kapılarını vatandaşa açmaları beklenebilir. Ama bu durum ülkemizde böyle olmamıştır. Bunun sebebi, “biz sizin yerinize de bu işleri yaparız” mesajıyla “siz kendi işinize bakın, yoksa buraları –devlet alanını- tekrar ötekiler ele geçirebilir çünkü onlar hala kontrol altında dahi olsalar aramızda mevcut tehlikedirler” diyerek yapar.
Tükenmişlik ideolojisini bir örnek ile ifade edecek olursak 1990’lı yılların başlarında ülkemizde orta kuşak insanları çocuklarına uzaktan kumandalı arabalar alma eğilimi içine girmişlerdir. Bu oyuncaklar hem prestijliydi hem de babaları çocuklarına karşı daha sevilir hale getirmekteydi.
İlginç olan ise babalar oyuncakları maaşlarının büyük bir kısmın gözden çıkartarak alıyor olmalarıydı. Bu yüzden bu pahalı oyuncaklar oldukça değerli idi ve çocuğun tek başına oynamayacağı kadar da hassastı. Genelde babalar oyuncağı çocuklarına gösterirler ve çocuklarını ne kadar sevdiklerini söyleyip “gör bak evladım, baban sana daha neler neler alacak” diyerek çocuklarına verdikleri değeri onların gözünde de anlamlı ve gerçek kılma davranışını sergilemekteydiler.
Daha sonra ise oyuncak önce baba tarafından neşe içinde oynanır, çocuk ise ilk akşamın heyecanlı bekleyişi içinde iken “hadi oğlum geç oldu şimdi yat, oyuncağı da kutusuna koyalım yarın yine oynarız” emrine “yarın yine oynarız ifadesi içinde ben de oynayabilirim” algısını ürettiği için istemeyerek de olsa itaat ederdi.
Yarın olurdu ama yine kutudan çıkartılan oyuncak babanın elinde kalırdı. Çocuk çok üzülmesin diye uzaktan kumandayı eline veren baba çok geçmeden” yapamıyorsun evladım, koltuklara, duvarlara çarpıyorsun, kıracaksın onu” diyerek hemen çocuğun elinden kumandayı kapardı.
Böylece baba, bir baba olarak çocuğuna sevineceği bir oyuncak almış ve oyuncağın uzun ömürlü (belki de çocuk kocaman adam oluncaya kadar dahi) olması için gereken tedbirleri alarak sağlam kalmasını da temin etmiştir. Birkaç akşamın heyecanından sonra ise babanın başka işleri nedeniyle oyuncak kolay kolay kutusundan çıkarılmazdı.
İşte tükenmişlik ideolojisinde devlet de böyle bir düşünce ile hareket eder. Halkına karşı sorumluluğunu yerine getirdiğini anlatmak için bazı özgürlük ve haklar noktasında düzenlemeler yapar. Kimi zaman bu siyasal ortamı, kimi zaman hukuki niteliği, kimi zaman ise sosyal meseleleri kapsar. Halka verilen tüm niteliklerin ismi ne olursa olsun, devlet tıp ki örnekteki baba gibi verdiklerinin uzun ömürlü olması için halkına onları kullanmaları noktasında güvenmez. Yani verdiği hakları sadece düzenlemeler olarak ortaya koyar. Uygulamada ise yine kontrolleri eline alır ve ötekileştirdikleri ile kendinden diye saydıkları arasında derin yarıkların varlığını devam ettirmesini sürdürür.
Verilen hakkın “sen bunu kullanamazsın ben senin yerine senin hakkını da kullanırım” mantığı çerçevesinde toplumsal yapıya dayatılması, aynı zamanda ideolojik olarak yeniden tasarlanan toplumun veya milletin içinde derin korkuların canlı kalmasını sağlar.
Bu çerçeveye uygun düşen 1960 ve 1982 anayasaları böyle bir anlayış ile tasarlanıp yapılmıştır. Milletin seçme iradesine güvenmeyen birileri 1960 anayasası ile birlikte seçilenlerin atananlar karşısında acizliğinin de anayasasını yapmıştır aslında. Tıpkı 1982 anayasasıyla doğan YÖK’ün eşit ve özgür eğitim anlayışı karşısında öğrencileri yasaklar ile ötekileştiren bir yapıda olduğu gibi.
Tabi ideolojileştirmelerin harekete geçirdiği tek özne “öteki karşısında tedbir almaya sevk ettikleri özne” değildir. Aynı zamanda her ideoloji “ötekini” de bazı davranışlara sevk eder. Aslında, bence, konunun en ilginç yanı da burasıdır. Genellikle düşünürken bizler muhafaza edilen, korunmak istenen tarafından düşündürülüyoruz. Peki, ideolojiler ötekileri neden ve nasıl bazı davranış kalıplarına sürüklerler?
Bu sorunun cevabını da başka bir yazıda ele almaya çalışacağım. Ama şimdiden şunu söylemek mümkündür ki insanlar gibi ideolojiler de düşünür. Düşündükleri için de zaman, zaman kendi eksikliklerini görürler. Kendi acizliğinin farkına varmaları onları bazı tedbirleri almaya sevk eder. Ötekilerin de aynı zamanda bazı davranışlara sevk edilmesi ile neleri, nasıl düşünmeleri gerektiği de ideolojiler tarafından belirlenmek istenir. Böylece birileri hem kendi tarafına çektikleri ile hem de karşı guruba koyduklarını aynı anda kontrol etmek isterler. İşin ilginç olanı ise her iki gurubu da aynı kaleye gol attırmaya çalışmalarıdır. Bu durum aynen A takımının forvetini savunması gereken B takımının savunma oyuncusunun topu aynı kaleye gönderme arzusu gibi ilginç bir haldir. Benzer bir durumu günümüzde birbirinin kuyusunu kazmaya çalışan birçok yapının devleti ele geçirme çabalarında görebiliriz. Herkesin devleti ele geçirme hayali içinde olması ve bu doğrultuda faaliyetler içinde yer alması birilerinin istediğidir. Ama devlet hala birilerinin elindedir. Bakalım Fransız Türkçülük ideolojisi, İngiliz Kürtçülük algısı, Amerikan Ermeni Yahudiliği ile Anadolu toplumu arasında bu sürtüşme nereye kadar devam edecek?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder