Ülkemizdeki parlamenter yapı ileriki günlerde başkanlık veya yarı-başkanlık sitemine geçer mi bilemem ama hafızamı biraz yokladığımda başkanlık sistemine dair bazı bilgilere ulaştım. Özellikle Naci Bostancı Hocamın üniversite ikinci sınıfta iken bizlere verdiği “siyasal düşünceler ve sistemler tarihi” dersi bu noktada bana referans olacaktır.
Diğer bütün demokratik ülkeler de olduğu gibi ülkemizde de siyasal sisteme yönelik yapılan her türlü müdahaleler bazen kısa vadede antidemokratik uygulamalar şeklinde olsa da uzun vadede demokrasinin gelişimine yol açmıştır. Darbelerle beslenen antidemokratik ve tekelci iktidar anlayışı her ne kadar bazı dönemler etkisini ağır şekilde hissettirse de “insan denilen varlığın yaşama özgürlüğü” önünde belli bir süre direnç gösterebilmiştir.
Özellikle 1960 ve 1980 askeri darbeleri devletin bütünlüğünü koruma ve kollama adına girişilen hamleler olduysa da devleti meydana getiren insanların, özelde birey ve genelde toplum olarak silikleştirilmesine zemin hazırlamıştır. Özgürlüğünü yeniden elde etmek isteyen insan ise bu hak arama arayışından vazgeçmemiş ve bugün gelinen noktada ülkemizde ilk kez sivil anayasanın kapısını ardına kadar açmayı başarmıştır.
Burada ilginç bir tespiti paylaşacak olursam, antidemokratik hamleler ile devleti koruma ve kollama işlemi kim tarafından yapılırsa yapılsın en sonunda insanı “ezmiştir”. Fakat ezilmişliğini üstünden atmak ve yeniden insan olma mücadelesine girişen birey veya toplum bir iki teşebbüs hariç sürekli demokratik yollardan mücadelesini vermeyi tercih etmiştir. Bu durum, sürekli “penaltımızı vermedi” diye eleştirdiğimiz yabancı hakemlerin haksız yere oyuncularımızı sahadan atması ve maçı kaybetmemiz için yapabileceği ne kadar futbol kuralı dışı uygulama varsa gerçekleştirmesi şeklinde de açıklanabilir. Bu bakımdan ülkemiz halkı hangi ideolojik kesimden olursa olsun özgürlük arayışını kurallara uyarak gerçekleştirmiştir. Belki de milletin egemenliğinin oluşması için yüz elli yıldır bekliyor olmamız bu sadakatte saklıdır.
Demokratik ülke yönetim modelleri daha çok insani değer üretmeyi amaçlamaktadır. Fakat buradaki “insani değer” ifadesi batılı siyaset bilimciler tarafından üretildiği için çok da fazla bizim toplumsal hafızamızda yer alan değerlerle yani maneviyatla ilişkili değildir.
Daha fazla demokratikleşmenin siyasal sitemlerdeki ilk çarpıcı uygulaması “parlamenter meclis” modelidir. Zira bizim ülkemizde de parlamenter meclis yönetimine geçiş tarihi düşünülecek olursa ne kadar ciddi mücadelelerin ve entrikaların ortaya konduğu hatırlanacaktır.
Parlamenter sistem, yasama-yürütme ve yargı organlarını kendileri üzerinde bir tahakküm idaresine bırakmayan, belli oranda esnek bir modeldir. Seçime dayalı olan bu sistem hükümetin parlamentoya karşı sorumluluk almasını sağlar. Hükümetin öncelikli olarak parlamentoya karşı sorumlu olmasının ana nedeni parlamentonun hükümeti görev süresi sona ermeden fesih etme yetkisine hâkim olmasıdır. Elbette her bir parlamenter yapı demokrasinin varlığını tam olarak ortaya koymaz. Buna örnek olarak günümüzde bazı Afrika ülkelerindeki parlamenter yapılar gösterilebilir.
Meclis hükümeti sistemi ülkemizde ilk olarak 1921 anayasasıyla İsviçre’den ithal edilen bir yapıdır. Bu yapı içinde yasama-yürütme meclis çatısı altında toplanmıştır. Yasama ve yürütmenin tek elde toplanmaması için meclislerde muhalefet partilerinin varlığı desteklenmiş (1940’lı yılların sonu) ve ülkeler içinde farklı düşüncelerin kendilerini siyasal ortamda yani mecliste ifade edebilmeleri için değişik seçim yasaları hazırlanmıştır. Bizde ise 1982 anayasasıyla getirilen %10’luk seçim barajı ve seçim kanunu gereğince ülke geneli oyların bir parti adına bu barajın altında kalması demek o düşüncenin ve hareketin doğal olarak meclis dışında kalması anlamına gelmektedir. Bu sorunun muhakkak aşılması gerekmektedir. Zira bazı batılı devletlerde olduğu gibi “ülke milletvekilliği” sistemi getirilerek baraj altında kalan düşüncelerin kendilerini meclis içinde temsil edebilme imkânlarına kavuşturulması getirilebilir.
Şunu unutmamak gerekir ki “özgürlük” diye çırpınan bir toplumsal kitlenin iktidarı eline aldığı zaman “eskiden böyleydi” anlayışıyla mevcut yapıyı kendi iktidarlığını muhafaza ettirebilmek güdüsüyle hareket etmesi çok da erdemli bir davranış değildir. Ayrıca özgürlükler “kötü” diye tanımladığımız ötekilerin eline geçince başımıza gelecek olanların şiddeti ile “yasaklar” kötü diye tanımladıklarımızın eline geçtiğindeki şiddet bir olmayacaktır. Yasakların temel yapı içinde bulunduğu bir iktidar modeli elimizden çıkarsa ve öteki diye nitelendirdiklerimizin eline bu iktidar gücü geçerse o zaman korkularımızın ardı arkası gelmeyecektir. Bu yüzden örgülüğü herkes için her kesim için talep etmek demokratik bir parlamenter yapı için vazgeçilmez unsur olacaktır.
Başkanlık sistemi esasında ABD’de doğdu. Bu sistemin en önemli ayırıcı özelliği başkanın halk tarafından seçilmesidir. Yürütme gücü meclis yerine bu sistemde başkanın elindedir ve güçler ayrımı ilkesi kati olarak uygulanmaktadır. Yarı başkanlık siteminde ise cumhurbaşkanı halk tarafından seçilmektedir.
Ülkemiz çoğulcu demokrasinin hâkim kılınması amacıyla parlamenter sistem ile yönetilmektedir. Zaman zaman bu görevini yerine getiremeyen bu sisteme müdahaleler olmuştur ve bu müdahaleler ile çoğulcu demokrasi arayışları daha da hız kazanmıştır. Bu bakımdan ülkemizde başkanlık veya yarı başkanlık tartışmaları bu amaç doğrultusunda yapılmaktadır.
Biz de bu yazımızda önce başkanlık sistemini ardından da yarı-başkanlık sitemi ile son olarak da ülkemizdeki anayasalar yolu ile tesis edilmeye çalışılan siyasal sitemleri birlikte vermeye çalışacağız.
Başkanlık Sistemi
Başkanlık sisteminin temeli 1787 ABD anayasasına dayanmaktadır. İlk günden günümüze kadar üç değişik şekliyle uygulana gelmiştir. Bunlar, a) Başkanlık, b) Yarı-başkanlık ve c) Seçilmiş Başkanlık sistemleridir.
Başkanlık sisteminin devlet yönetiminde en üst makamı “başkanlık” makamıdır. Yani bu sistemde başbakan veya cumhurbaşkanı makamları yoktur. Başkan halk tarafından doğrudan seçilmektedir. Meclis de halk tarafından ayrıca seçilmektedir. Yani bu sistemde parlamenter sistemdeki gibi en fazla oyu alan partinin hükümeti kurma görevini elde etmesi yoktur. Başkan, kabineyi meclis içinden veya meclis dışından isimlerle şekillendirebilmektedir. Başkan ve meclis halk tarafından seçildiği için aralarında bir üstünlük oluşmamaktadır.
Bu sistemde her ne kadar bütçe gibi temel planlamalar meclis tarafından onaylansa da pratikteki uygulamaları tamamen başkanın elindedir. Bu bakımdan başkan istediği bakanını değiştirme yetkisine de sahiptir. Atamalarında sorumlu olduğu bir merci bulunmamaktadır. Başkan ile meclis arasındaki bu karşılıklı çatışma alanlarının oluşması neticesinde doğabilecek sorunları çözüm merci olarak da yüksek yargı devreye girerek halleder. Yüksek yargı bu sistemlerde “anayasa mahkemeleridir”.
Bu sistemi avantajlı kılmak için bazı usuller geliştirilmiştir. Bunlar arasında “istikrarı” elde etmek için ve devlet politikalarının başarısını artırmak için öngörülen “meclisin başkanı görevden alamaması” yer alır. Bizdeki parlamenter sistemde olduğu gibi “parlamento hükümeti belirli çoğunluğu bulduğunda düşürebilir” anlayışı bu sistemde yer almamaktadır. Bunu istisnai bir iki noktası olsa da 1966 yılında ABD Federal Anayasa Mahkemesinin almış olduğu karar Temsilciler Meclisinden geçmemiştir ve başkan Johnson görevine devam etmiştir.
Bu sistemin özellikleri arasında meclis ve hükümetin hukuk dairesi içinde belli ortak çalışmaları yapmaya sevk edilmesi yer alır. Her bir kurum kendi payına düşen ve yönetim gücüyle desteklediği işlevlerini yerine getirmekle sorumludur.
Diğer teknik özelliklerine değinmeden bu sistemin genel avantajlarını değerlendirecek olursak karşımıza şunlar çıkmaktadır;
a) Halk daha çok kurumu seçerek yönetim yetkisine olarak iradesini ortaya koyabilmektedir.
b) Bu sistemde meclis üyeleri alacakları kararları mutlaka hükümetin programına uygun nitelikte alma sorumluluğunda değillerdir. Yani meclis üyeleri hükümetin devamlılığını düşünerek hareket etmezler.
c) Bu sistemde yürütmenin net olarak gücüne hâkim olması doğal olarak da rejimin ve toplumun istikrarı ile refahını devam ettirici, geliştirici hüviyette olacaktır.
Buna karşın başkanlık sistemi başkanın ve meclisin belli seçim süresi boyunca seçildikleri için başarısız politikalar nedeniyle yapı değiştirilemez. Başkanın ise çoğulculuk politikaları ile aday olabilmesi ise “adamcılık” politikalarının gelişmesine neden olmaktadır. Bu da demokrasi öncesi yönetim şekillerindeki gibi başkan etrafında sert bir duvar örülmesine zemin hazırlamaktadır. Ayrıca başkan ve meclis halk tarafından ayrı olarak seçildiği için ikisi arasında parti farklılığı yani doğal olarak siyasal strateji ve ideoloji farklılıkları oluşabilir. Bu durumda aralarında sürekli bir iç çatışma içinde olmalarına sebebiyet verebilir.
Sistemi çok derinleştirmeden hakkında bir iki kuramsal ifadeye de yer vermek isterim. Çünkü yukarıdaki açıklamalar oldukça yetersiz gibi algılanabilir. Bu da gayet doğaldır. Çünkü ne teori pratiksiz ne de pratik teorisiz ortaya sağlıklı bir düşünce sistemi çıkartmamaktadır.
Horawitz (1991) sistemin “özellikle derin siyasal husumetlere çok sayıda siyasal partiye sahip uluslar ve seçilen uzlaşma mekanizmalarına gerek duyan toplumlarla ya hep ya hiç türünden bir siyaset yapma imkânı tanıdığı ve yürütmeyi daha istikrarlı hale getirdiği için uygun bulduğunu” iddia etmektedir. Bu düşüncesinin arka planında ise parlamenter sistemlerde hükümetin kurulamayacağı kadar dağınık bir meclis yapısının oluşabileceği yer almaktadır. Bu noktada haklıdır, çünkü ülkemizde son dönemler de özellikle Refah-Yol hükümetinin kuruluşu ve ondan sonraki Ana-Sol M hükümetinin kuruluş aşamalarında bu durumu canlı olarak yaşadık. Ayıca çok partili koalisyon hükümetleri kurulurken politik pazarlıkların seçmen etkisine kapalı olması da sistemin demokratik yapı anlayışına ters düşmektedir.
Parlamenter sitemde meydana gelebilecek böyle bir durumu engellemek için yukarda bahsettiğimiz başkanlık modeli içinde başkan ile meclis ayrı ayrı seçildiği için böyle kapalı kapılar arkası pazarlıklar da en aza indirilme eğilimindedir. Bununla birlikte başkanlık siteminde yürütmenin seçildikten sonra meclis tarafından düşürülememesi yürütmenin izlemek istediği politikaları sonuna kadar devam ettirme ortamına sahip olmasını sağlar. Böylece kritik dönemlerde alınan kararlar neticesinde başkan ve yürütme ekibi görevlerinin başında kalarak sürece izledikleri bütünleşik politikalar ile atlatabilirler.
Yarı-Başkanlık Sistemi
Bu sistemde cumhurbaşkanı halk tarafında seçilmektedir. Günümüzde bunun en sağlıklı uygulandığı ülke zaten sistemin doğuşuna da katkı koyan Fransa’dır. Sistemin Fransa’da etkin olarak uygulanıyor olması noktasında şunu belirtmekte fayda olacaktır ki sistemin Fransa’nın son yüz yıllık siyasi ve idari gelişimiyle yakından ilintilidir.
Ülkemizde Devlet Başkanlığı Modeli Arayışları
Ülkemizde Cumhuriyet ile birlikte devlet başkanlığı husussunda ciddi arayışlar olmuştur. 1924 anayasasıyla devlet başkanlığı neredeyse sembolik bir hüviyette idi (yazılı olarak). Zira sınırlı yetkiler verilen devlet başkanlığı 1961 anayasası ile bir yürütme ve devlet başkanlığını güçlendirilmeye çalışılmış son olarak ise 1982 anayasasıyla birlikte daha güçlü yürütme ve devlet başkanı modeli ortaya konmaya çalışılmıştır.
1921 anayasası bu arayışlardan çok uzaktadır. Çünkü yeni kurulan bir siyasi yapının adını ve kimliğini ortaya koyma gayreti içinde iken henüz ülke sınırlar içinde yönetimin usul ve tekniklerini ortaya koyma olgunluğunda değildir.
20 Nisan 1924 günü kabul edilen 1924 anayasası ile devlet başkanı olarak cumhurbaşkanına çok sınırlı yetkiler vermiştir. Bunlar arasında; özel törenlerde meclise başkanlık etmek, yasaları imzalamak veya geri çevirmek, başbakanı seçmek, hükümet ile istişareli olarak genel af yetkisini kullanmak gibi yetkiler gelmektedir.
Bu anayasada cumhurbaşkanını etkili kılabilecek en önemli madde devlet başkanını belirleme yetkisidir. Bunun dışında yasaları geri çevirme de yetkisini kullanabileceği bir diğer alandır. Tabi su sınırlı yetki durumunu bugünün gözüyle değerlendirdiğimizde gerçekten ortaya zayıf bir yapı çıktığı görülmektedir. Ama cumhuriyetin ilk yılları için baktığımızda durumun uygulamada çok da böyle olmadığı görülmektedir. Özellikle bu dönemi Mim Kemal Öke tam başkanlık olarak ifade etmektedir.
Çünkü tek parti olan Cumhuriyet Halk Partisi ülke genelinde seçimler yoluyla meclise girmektedir. Zaten meclise getirilecek olan adayların kimler olacağı da parti merkezince belirlendiğinden doğal olarak mevcut yapıyı delebilecek bir güç girişimi olması çok zordur. Aynı düşünce gurubu içinde seçilecek olan devlet başkanının da cumhurbaşkanının önüne geçmesini beklemek çok da mantıklı olmayacaktır. Böylece cumhurbaşkanı yetkileri sınırlı gibi gözükse de aslında meclisi tamamen kendisi şekillendirmektedir. Cumhuriyetin ilk yıllarında çıkartılan kanunların ve yasaların genellikle çıkartılması üzerine Köşk’ten Meclise doğru bir talimat ile hazırlatılması ve akabinde de Meclis’ten tekrar köşke gönderilip onaylanması durumu daha da netleştirmektedir.
1961 anayasası 27 Mayıs Askeri Darbesi sonucunda hazırlanmış bir anayasadır. Bu anayasa ile birlikte devlet başkanının gücü artırılma eğilimindedir. Elbette bunu gerektiren sosyolojik ve siyasal gelişmeleri de yakından takip etmek gerekmektedir. 1961 anayasası ile birlikte TBMM ulusal egemenliği kullanma yetkisine tek başına sahip değildir. Anayasaya konulan 4. Madde ile birlikte “yetkili organlar eliyle” birlikte bu egemenlik hakkı kullanılmaktadır. Bu yetkili organlar aslında devlet mekanizmasını 1924 anayasasına sahip olan iktidar anlayışının elinden kaçırmamak için konuştur.
1950-60 yılları arasındaki hükümet değişikliği ile birlikte anlaşılmıştır ki ülkemizde CHP tek parti yönetimi halk tarafından beğenilmemektedir. CHP yönetimi bu durumu bir öz eleştiri yaparak nerede eksik kaldıklarını, hangi politikalarının halkın ilgi ve ihtiyaçlarına cevap vermediğini analiz etme yerine aynı yönetim anlayışı devlet mekanizmasını nasıl elinde hâkim kılabilir bunun arayışlarına gitmiştir. Bu bakımdan “yetkili organlar eliyle” ibaresi anayasaya sokularak hükümet gücü kaybedilse bile devlet gücünün kaybedilmemesi amaçlanmıştır. Aslında bu yapılan değişiklik ile devlet başkanının gücü artırılıyor gibi gösterilse de sonuçta “devletçilik” zihniyetinin gücü pekiştirilmekteydi. Yetkili organlar eliyle diye anayasaya yerleştirilen madde aslında cumhurbaşkanını işaret etmektedir. Zira cumhurbaşkanlığı yetkili organlardan birisi hatta en önemlisidir.
Böyle bir dönüşümün gerekliliği ise artık CHP tek parti yönetimin iflas etmesi ve sonucunda da başbakanların farklı partilerden çıkabileceğidir. Bir zamanlar Köşk-Meclis ve Meclis-Köşk arası koordinasyon ile yürütülen işlemler çok partili hayata geçilmesiyle birlikte Meclis içinde halledilmekteydi. Bunun rahatsızlığı sonucunda da anayasanın dördüncü maddesine şiddetle ihtiyaç duyuldu.
Devlet başkanlığını güçlendirmek adına 1961 anayasasında yapılan değişiklikleri şöyle ifade edebiliriz;
a) TBMM içinden seçilen ve 40 yaş üzeri olan yüksek öğrenim görmüş kişiler cumhurbaşkanı seçilebilir,
b) Meclislerin süresi boyunca seçilen cumhurbaşkanları artık yedi yıl süreliğine seçilmektedir. Böylece çok partili hayatta meydana gelebilecek hükümet değişikliklerinden cumhurbaşkanının etkilenmesinin önüne geçilmiştir.
c) Seçilen cumhurbaşkanının meclis içindeki parti üyeli sona ermektedir. Oysaki bu durum 1924 anayasasında tam tersi idi. Yani cumhurbaşkanının parti üyeliği devam eder sadece parti çalışmalarını fiili olarak katılmazdı.
d) Cumhurbaşkanı görevleri doğrultusundaki işlerden siyaseten sorumsuz tutulmuş ve sadece vatana ihanet suçu ile TBMM üye tam sayınısın 1/3’nün önerisi ve 2/3’nün kararıyla anayasa mahkemesinde yargılanabilmektedir.
1982 anayasası da önceki anayasa gibi darbe yoluyla gerçekleştirilen iktidar değişikliğinin bir uzantısı olduğu için mevcut yapıyı yani devlet başkanını daha da güçlü kılma eğilimi içinde olmuştur. Hükümetin parlamentoya karşı olan sorumluluğuna karşın yürütmenin başı olan cumhurbaşkanına hiçbir sorumluluk yüklememiştir. 1982 anayasasıyla getirilen bazı yenilikler cumhurbaşkanı makamı için aşağıdaki gibidir;
a) Devlet kurumlarına yapılacak atamalarda cumhurbaşkanının yetkileri artırılmıştır. Cumhurbaşkanı bu yetkisini doğrudan kullanmaktadır ve bu aldığı kararlar da doğal olarak yargı denetimine tabi değildir.
b) Önceki anayasalarda cumhurbaşkanlığı makamının yetkileri çeşitli hükümler ifadesi ile tanımlanırken bu anayasada ilk defa hepsi bir madde altında toplanarak makamın gücü ortaya konmuştur.
c) Ayrıca cumhurbaşkanına anayasal düzenin koruyuculuğu görevi de netleştirilmiştir.
Kısaca değinmeye çalıştığımız bu gelişmeler tabii ki çok daha ayrıntıları ile incelenmesi gereken başlı başına birer konudur. Bu gelişimleri sadece ülkemizdeki mevcut parlamenter yapının daha iyi algılanması için vermeye çalıştım. Esas olanın “demokratik yönetim bakımından parlamento veya başkanlık sistemi mi olduğu yoksa statüko ile mücadele edilmesi mi gerektiği” sorusu kanaatimce oluşturmaktadır.
Ülkemizde başkanlık veya yarı-başkanlık sistemin ilk savunucuları aktif siyasetin içinde gelip cumhurbaşkanlığı makamına kadar yükselen merhum Turgut Özal ve Süleyman Demirel olmuştur. İki lider de zamanında bu sistemlerin ülkemiz için birer alternatif model olarak düşünülebileceğini değişik ifadeler ile tartışmaya açmışlardır. Fakat bu tartışmalar devlet kapısından, Ahmet Necdet Sezer’in cumhurbaşkanı seçilmesi ile birlikte birden kapı-dışarı edilmiştir. 2003 yılında ise bu tartışma Recep Tayyip Erdoğan’ın Başbakan olmasıyla yeniden ülkemiz gündemine girmiş bulunmaktadır.
Bu sistemlerin ülkemizde uygulandığı takdirde ne kazanımları beraberinde getireceği ile hangi sorunları çıkartacağı tartışmasının başlıca aktörleri incelendiğinde karşımıza reddedenler gurubunda devletçi gelenekten gelme isimler çıkmaktadır. Bu isimlerin en belirgin özelikleri 1961 ve 1982 anayasası ile birlikte kurulan yeni devlet kurumlarının başkanlığını yapan isimler olmalarıdır. Bu yazıda bu isimlerin ortaya attıkları tartışmalara değinmeyeceğimi bildirmek isterim.
Bütün bu karşılıklı tartışmaların ardından baktığımızda başkanlık veya yarı-başkanlık sistemi isteyenlerin ortak dile getirdikleri arasında
a) Rejim istikrara kavuşacaktır ve ülkemizdeki temel hak ve özgürlükler genişleyecek ve karşılığında da kendilerini mecliste ifade etme haklarına sahip olacaklarıdır,
b) Yasamanın bağımsızlığı artacak, milletvekillerinin hür iradeleri parti başkanlarında ipotek altına alınamayacak ve millet iradesi yönetime daha etkin olarak katılacaktır,
c) Çoğunluğun temsili artacak, meclisin temsil gücü artacak,
d) Güçler ayrılığı daha sağlıklı işleyecek
Buna karşın ise bu sistemlere karşı çıkan görüşlerin ortak ifadeleri arasında;
a) İktidar gücünü artırarak istibdada yönelecektir,
b) Sistem karmaşık hale gelecektir ve yetki çakışmaları yaşanacaktır,
c) Başkan ve meclis farklı partilerden oluşursa bu meclisin çalışmalarını tıkayacaktır,
Sonuç olarak şunu belirtmemizde fayda olacaktır. Hangi sistem gelirse gelsin orada sistemi hareket ettirecek olan yine insandır. Çok nadir olarak bazı teknik konularda Batılı devletlerin özel sektörde uyguladıkları sistemin egemenliği anlayışı vardır. Yani “prosedür” ne diyorsa o uygulanır. Fakat insan ve yönetim söz konusu olduğunda yazılı hukukun bile bir yerden sonra pek de işe yaramayacağını ülkemizde “367” vakasıyla açıkça gördük. Burada şunu belirtmek gerekir ki önemli olan sistemden önce insanların niyetleridir.
Eğer ülkemizin kalkınması, demokratikleşmesi ve bireysel özgürlüklerin önünün açılması herkesin istediği ise o zaman seçilmişlerin bu doğrultuda hareket etmesi kadar doğal bir şey olamaz. Ama seçilmiş kişiler seçmenleri unuttuklarında hangi sisteme tabi olurlarsa olsunlar niyetlerinde zulüm var ise onu muhakkak bir yolunu bularak gerçekleştirmekten geri kalmazlar. Onun için siyasetin mekanik sistemlerden ziyade daha “değersel” niteliklerinin de ortaya konması ve bunların gerçekte de uygulanıyor olması gerekmektedir.
Bir siyasetçi sadece ekonomik başarıları veya başarısızlıkları yüzünden değerlendirilmemelidir. Siyasetçi sadece izlediği politikaların millete ne kazandırdığı veya kaybettirdiği yönünden millet tarafından seçilmemelidir. Bir siyasetçi sahip olduğu ideoloji bakımından seçmenler tarafından tercih edilmemelidir. Bir siyasetçi ayrıca insan olma özelliği bakımından yani kişiliği bakımından da değerli görülebilmelidir. Bu değerlendirme sadece farklı partililer tarafından değil kendi partili üyeleri tarafından da yapılmalıdır. Aksi takdirde siyaseti mekanik bir sistem ile ifade etmek sistemi daha demokratik hale getirmeye yetmeyecektir. Bunu çok açıkça 2007 yılındaki cumhurbaşkanlığı seçiminde ve son olarak da 12 Eylül 2010 referandumunda gördük. Bütün bunlar yakın tarih hafızamızda olduğu halde yine de değerlendirmelerimizi uzak hafızalarımız ile yapacak olursak siyasette değişen temel şeyler sadece ve sadece partilerin adı, üyeleri ve liderleri olur. Bunun yanında da siyasal sistemin adındaki bazı değişiklikler olur. Ama demokratikleşme adına çok da bir şey olmaz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder