Evin bahçe duvarına siper olmuş serçeler çoktan çıkmışlardı yuvalarından. Güneş etrafımıza olduğu kadar içimize de sesleniyordu; “ısının artık, üşüdükçe geçmişiniz gibi birbirinizden kopuyorsunuz”. Sarı ışık veren lambayı kapadım. Bütün bardakları tazeledikten sonra ben de misafirlerimin yanına çömeldim. Hepsi yaşlı olan bu insanlar çınardaki serçeler gibi şakıyarak ve sözleriyle havaya neşe katarak sırayla konuşuyorlardı.
“Bize on birler meclisi derler Ahmet” dedi İrfan dede. Bütün merakımı tatmin edercesine. “On bir yıldır bu sohbetler devam ediyor. Bak halimize, hepimiz yaşlıyız. Aramıza gençler katmak lazım. Ama bir türlü karar veremedik” diyerek devam etti.
“Ben gençlerin bu sohbetlerde yer almasından yana değilim İrfan” dedi Mehmet amca. “Nerde bir genç varsa orda sorun var demektir. Demin de dediğim gibi ne edep ne hayâ, üstelik saygıları da tükenmiş. Bari ömrümüzün son günlerinde kendi dünyamızda sessizce yaşayalım”.
Hüseyin Bey söze daldı, “Olmaz öyle. Gençliği bir başına bırakamayız. Nerde bizim gençliğimiz. Nerde o altmışlar. Hey gidi hey”. Hüseyin Bey aslında cami cemaatiyle aynı düşüncede olan biri değildi. Ama her nasıl olmuşsa yolları bu sohbet ortamlarında kesişmiştir. Kendisi altmışlı yılların hızlı öğrenci akımları içinde yer almış birisiydi. Solcuydu açıkçası. Tıp ki bu gurupta yer alan Bozkurt Nuhoğlu gibi Hüseyin Onur da birçok eyleme katılmış ve değişik öğrenci birliklerinde görevler almıştı.
Selim Amca Hüseyin Bey’e sataşmayı severdi. “Genliğe, size eskiden sahip çıktıkları gibi sahip çıkalım diyorsanız vay hallerine efendim. Bugün yerel yönetimler kaldırım taşlarını daha sağlam döşüyor, sağa sola sallamak için kaldırımları bu manikürlü ellerle sökemez şimdikiler”. Bu sözün üstüne ben hariç herkeste bir gülümseme hali oluştu. Eski günlerin karşı cephelerinde yer almış insanların bugün böyle bir ortamda birbirlerine yaklaşmaları açıkçası beni oldukça etkilemişti.
İrfan dede, Hüseyin Bey’ bakarak, “Hadi arkadaş bir daha anlatsana 60’taki şu kavgalarınızı. Dinlemekten bıkmadık. Hem belli bir yaştan sonra ömür dediğin nedir ki, geçmişte yaşadıklarının hala kalmışsa aklında yeniden canlandırılması değil mi”?
Hüseyin Bey belli ki her sohbette ilk sıranın kendisinde başlıyor olmanın verdiği çocuksu edayla ve yutkunarak sözüne başladı. Önce bir yudum daha çekti çayından sonra iyi dinleyiniz beyler dedi.
“İyi dinleyiniz Beyler. Bir insanı genç yapan unsur onun yaşı değildir. Genç denilen şey akılla ilgili olandır. Aklınız genç ise gençsiniz, değilse yaşınıza bakmaksınız yaşlı veya çocuksunuz.” dedi. Selim Amca hemen sözüne girerek “bırakınız efendim felsefeyi, o bahsi Nurettin Bey’den dinleyeceğiz” dedi.
Hüseyin Bey devamla: “1960 darbesi şüphesiz ki etkileri neticesiyle bugünü hala derinden etkileyen bir olaydır. Ben derim iyi oldu, sen dersin kötü oldu. Bu tartışmanın sonu gelmez. Ama ben 27-28 Nisan’da başlayan öğrenci eylemlerinde her zaman bir hayır görmüşümdür. Bakınız efendim, 28 Nisan 1960 günü sabahı saat 09.30 ve 10 arasında her zamanki gibi üniversiteye gelmiştim. Fakat o sabah hem nisanda hem de Beyazıt’ta her günkünden değişik bir hava vardı. Köşe başlarını tanklar çevirmişti. Askerler, polisler her taraftaydılar. Bizim anfiye girdim. Hukuk fakültesi 2. Sınıf anfisi; bir iki arkadaş yanıma gelip beni de uyararak Demokrat Parti hükümetinin baskıcı davranışları ile hukuk dışı uygulamalarını protesto etmek üzere bahçede toplanacağımızı söylediler. Çok hızlı gelişti olaylar. Kısa sürede İktisat, hukuk ve diğer fakülte öğrencileri bahçede toplandık. Adnan Menderes’i ve iktidarını konuşmalar ile sloganlar ile protesto etmeye başladık. Ardından Vilayete kadar marşlar eşliğinde yürüyüş kararı aldık. Niyetimiz bir yerlere sataşmak, kırmak dökmek değildi. Tepkimizi ortaya koyacaktık. Sonra yürüyüş için orta bahçeden ön bahçeye çıktığımız zamanda orada bulunan polisler ile bir arbede yaşanmaya başladı. Efendim, polisler ateş açtı. Bizlerde değil silah Selimcim elimizde taş veya sopa bile yoktu. Bizim ellerimiz de güzeldir”. Bu sözün üstüne odada yine sıcak bir tebessüm oluştu. Selim Amca “biz biliriz o elleri, enseme indirdiğin sillenin kuyruk acısı hala içimdedir” dedi ve elini Hüseyin Bey’in dizine koydu. Ben tekrar bardakları doldurmak için harekete geçtim.
“Evet, efendim, polisler ateş açmaya başladı. Bizde kendimizi savunmaya başladık. İşte o zaman sizin de dediğiniz gibi ne bulduysak sökmeye başladık. Dallar, çimenler, taşlar. Birden önümdeki bir arkadaş “of anam vuruldum” diye ceylan yavrusu gibi haykırdı. Ardından yere yıkıldı. O bizim mücadelemizdeki ilk yaralımızdı artık. O gün sadece biz polisin sert müdahalesiyle yüzleşmemiştik. Üniversite rektörümüz Sıddık Sami Onar Hocamız da polisler tarafından dövülmüştü ve yerlerde sürüklenerek polis ekiplerince götürülmüştü. Derken ordu geldi. Polislerin yerini aldı ve onları oradan uzaklaştırdılar. Biz çok sevinmiştik. Zira ordu daha bizdendi. Sonra, hatırladığım kadarıyla Doç Dr. Tarık Zafer bir konuşma yaptı bizlere ve sakin olmamızı söyledi. Rektörümüzün de iyi olduğu haberlerini verdi bizlere”.
İrfan Dede burada söze girmişti “Sonra bir kurşun sıcaklığı da sana. Bir kere yürüdünüz ya o anda ne var ne yok devirip yerine geçecektiniz değil mi”?
“Amacımız hükümeti devirmekti, evet. İstemiyorduk Menderesi ve DP’yi. Tarık Zafer dağılmamızı söylemişti. Askerler Süleymaniye tarafındaki arka kapıdan topluca çıkışımızı engellemek için sıra olmuşlardı. Perşembe günü bitmeyecek gibiydi. İçimizde bir ateş vardı adeta. Küçük guruplar halinde bahçeden çıkıp Vezneciler tarafına doğru yürümeye ve yeniden birleşmeye başladık. Artık daha heyecanlıydık ve dilimizden sloganlar eksik olmuyordu. Hürriyet, hürriyet, Olur mu böyle olur mu, kardeş kardeşi vurur mu marşları eşliğinde Laleliden Beyazıt Meydanı’na vardık. Kütüphanenin yanına geldiğimizde yeniden ateş edilmeye başlandı üstümüze. Bu ateşler ilk kurbanını vermiş ve önümde Turan emeksiz ilk hürriyet şehidimiz olmuştu. Çok geçmedi ben de kasığımda bir sıcaklık hissettim ve tersime döndüm. Elimi pantolonuma koydum ve avucumun kanla dolduğunu gördüm. Vuruldum arkadaşlar diyerek, tek bacak üstünde yere yıkıldım. Sonra sağ olsun arkadaşlar beni hastaneye yetiştirdiler”.
Selim amca bana dönerek “oğul iyi dinle, bak bu dedelerin neler yaşamışlar senin gibi genç iken bu ülkede. Sonra da sokağa bile güven içinde çıkabildiğine şükret. Hayat bir şükür meselesidir. Şükrünü bilmeyen kadrini bilmiyor demektir. Sizin gençliğin üften, püften dolayı homurdandığı şeyler bizim dönemin en lüksleriydi” dedi. Odadaki herkes başını sallayarak hak verdiler bu sözlere.
Esasında konuşmaları dinledikçe ve konuşanların geçmişlerindeki hatıralarını yakından duydukça aslında evimin içindeki bu gurubun ne kadar da farklı bir yapıda olduğunu gördüm. Oysaki ben onları bir küçük mahalle camiinin cemaati olarak düşünüyordum. Aslında onlar geçmişlerinde ve belki de şimdi bile ideolojileri bakımından, dünya görüşleri ve inançları bakımından ne kadar da farklı insanlardı. Her gün televizyonda, gazetelerde ve siyaset mecralarında birbirlerine her türlü çirkinliği yapanlar gibi olabilirlerdi. Ama onlar bu guruba girdiklerinde farklılaşıyorlardı.
“Farklılaşmak önce ait olmayla başlar evlat”, dedi Nurettin Bey. “Bir mevzuda farklı olabilmek için öncelikli olarak menşeini ortaya koyabilmelisin. Ait olduğun kadar özgür, ait olabildiğin kadar da özgün olursun. Ne zaman ki köklerin ile dallarını beslersin ve yapraklarını mevsimin geldiğinde açarsın işte o zaman ormanın içinde sıradan bir ağaç gibi duruyor olsan da kökler ile dalların arasındaki köprüler yüzünden diğer bütün ağaçlardan farklı olursun. Farklı olursun, zira yaşamın ve hayatın ilkelerine sahipsin artık”.
“Çocuğa birden yüklenme” dedi İrfan Dede Nurettin Bey’e. O henüz bizim kimler olduğumuz bilmiyor. Her sabah gördüğü bu yaşlı insanları aynı kafadan, aynı ideolojiden sanıyor. Ah dizlerim eskisi gibi olacaktı da güreşecektim bu delikanlıyla” diyerek tebessüme dolmuş odaya “son bir yolcu” diyen otobüs şoförü gibi bir tebessüm daha sıkıştırıverdi.
Devam Edecek...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder