Bölüm 1
Her sabah daha güneş doğmadan geçerdi bizim kapıdan. Elinde Pazar çantası, yağmurlu günlerin siyah şemsiyesi, yorgun esen rüzgâr gibi yerlere sürünerek yürürdü. Bizim evin sokağı dar mı dar. Biraz da yokuşu var. Hafifte virajı var. Öyle olunca başlar dizleri titremeye, sonra nefesinden bir hırıltı, ardından da öksürükler dökülür yaşlı ciğerlerinden.
Ben aslında her sabah onu gözlemek için uyanmam yatağımdan. Ama ne zaman tam evin kapısına gelse çömelip kalır iki kaldırımın üstüne. Soluklanmak için sırtını bizim kapıya yaslayınca bir tıkırtı yükselir evin alt katlarından üst katlarına; benim odama doğru. İşte o zaman ben de uyanmışım demektir. Gözlerim kanlı, beynim donuk, “yine mi geldi” diyerek cama yapıştırırım buğulu nefesimi.
Zaten çok geçmez minareden bir davet kopar tüm uykuda kalmışlara, yoldakilere, uyanıklara, hastalara, gençlere… Herkes kendi payını kapmak için önce odasının ışığını tıklatır sonra da suya koşar uyanmak için yeni güne.
“Hay Allah” nidasını duyarım çok geçmeden. “Yine yetişemedik yahu”. Bu sözler evimizin kapı eşiğine çömelmiş İrfan Dededen gelmektedir. Her sabah camiye yetişmek için yollara düşer. Ama gel gör ki yaşlılığının dizlerine olan baskısı ile bizim evin sokağının yokuşu birleşince yenik düşer zaman. Yetişemez cemaate. Yarım kalır sevinci. “Ya Allah” diyen kudretli bir ses ile doğrulur ve köşeden kaybolur.
Uyanmışımdır artık. Bedenim yatağı çeker, kalbim namazı düşler, aklım sünneti bırak farzları tamama erdir der ve kalbim kırılır bana. Kırılır kalbim bana ki böyle kaçkın düşünceler içinde zamanı ve ömrü hiçliğe armağan etme hevesini hala taşırım.
Önce sünnet sonra farz. Aklımda hala yatağın cazibesi. Kadın da böyle cazibeli midir? Diye düşünürüm sonra. Bir erkeği yatağa çekecek kadar albenisi olan. Şimdi yatak ile kadın arasında ne fark var? Diye düşünmekteyim. Öyle ya ikisi de sıcaklığı ve şefkatini ve de rahatlığını sana sunma vaadiyle dalmıyor mu insanın zavallı aklına? Ya sonra! İkisi de yakmıyor mu ateş gibi günaha sevk ettikleri için?
Nihayet uykum dağıldı. Perdeleri de adam akıllı açınca en taze ışıklar fer fer doldu gözüme. Her sabah böyle oluyor. İşte böyle anda bir telaş çığ gibi geliyor üzerime doğru. Geç kalmışlık… Hem de hayatın en faziletli kapısına geç kalmışlık çığ gibi yakalayıp önünde sürüklüyor beni. Boğuluyorum, boğuluyorum ve nefes almakta zorlanıyorum. Eyvah! Beynim bom boş. Çok okumam lazım.
Derken kitaplıktan bir kitap; bir iki sayfayı çeviriyorum… Olmadı başka bir tane, yok yok bir tane daha şunu da almak lazım. Hayır! Hepsini almam lazım. Hepsini okumam lazım.
Ne kadar çok şey okumam lazım diye bir titreme sarıyor ellerimi. Şimdi İrfan dedeye benzetiyorum kendimi. Benim de aklımın bacakları onunkiler gibi titremektedir. İrfan dede cemaate yetişememiştir ben ise hayata.
Her sabah böyle tedirginlik içinde olmak artık çok yoruyor beni. Tekrar camın önüne geçiyorum ve elimde kamlı bir iki kitabın ismini korkarak okuyorum. “Safahat”, “İçimizdeki Şeytan”. Ne ahenk ama diyorum kendime. Ben de ne safahatın derinliğine dalacak kadar kelime bilgisi ne de içimdeki şeytanla mücadele edebilecek kadar nefs terbiyesi var.
Safahatın ilk sayfasına bakıyorum. Şair ilk şiirinde ne diyecek? “Ağlarım ağlatamam; hissederim, söyleyemem, Dili yok kalbimin, ondan ne kadar bîzarım! Oku şâyed sana bir hisli yürek lâzımsa” ...
Evet. Bana bir hisli yürek lazım ama nasıl olacak? Parmaklarım safahatın sayfalarını okşarcasına, şefkatle tutarken gözlerimde bir derinlik arzusu oluştur. Dalmışım ve uyuklamak üzereyim. Bir gölün çevresinde geziniyorum. Gölün etrafında ağaçlar var, çınar gibi yüksek ve ömürlü ağaçlar. Her bir dallarında yaprak gibi kitaplar sallanmakta meltem ile birlikte. Tüm yaprakları kitaptan ağaçlar…
Derken bir derviş edasıyla söylenmiş okkalı bir “Huuu” sesiyle kendime geliyorum. Ardında iki “tok-tok” sesi daha. Camı açıp aşağıya bakmaya yetişemeden “Aç kapıyı bakalım, bu sabah sendeyiz”. Bu İrfan dede ve cami cemaati idi. Her sabah namazdan sonra sohbet ettiklerini duymuştum. Hatta bir iki kere camiye gittiğimde toplanıp beraber namazdan sonra yakın evlere gittiklerine de şahitlik etmiştir-m. Demek ki bu sabah bana geldiler.
Bir telaş içinde aşağı kata indim ve ahşap kapıyı sonuna kadar açtım. İçime ve eve bir serinlik doldu sanki. Tam da herkese “hayırlı sabahlar, hoş geldiniz” diyecek oldum ki İrfan dede “oğul, oğul o ayağının altındaki Akif’in emanetidir. Al onu bakalım eline” dedi.
Yaklaşık on iki kişi kadar içeri girdik. Ben safahatı sımsıkı tutmuş vaziyette misafirlere yer göstermekteyim. Birden bir sohbet halkası. Herkes çömelmiş vaziyette. Söze Mehmet amca başladı: “efendim, şimdiki neslin en büyük sorunu içtimai ortamda edep ile ahlak ilkelerini bilmiyor olmaları” dedi. Ardından herkes sırasıyla sözünü söyledi. Ben çoktan çayları önlerine servis etmiştim. Sadece İrfan dede sade kahve istemişti. “Kahve dedi bana, kahve dizlerime iyi geliyor evlat”.
Devam Edecek….
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder