21 Eylül 2010

Modernizm ve Hakkındakiler



             Modernite tartışmaları, erken on yedinci yüzyıl, başlarında düşünürler ve ekonomistler tarafından yapılmaya başlandı. Kimilerine göre modernite, aklını bulan insanın, aklı sayesinde, artık, ideal bir insanın olması gerektiği gibi hayata ayak uydurması diye tanımlanırken bunların karşısındakiler de modernliği, insanı sömürüye açık hale getiren kapitalist sistemin kendisine meşru bir zemin bulmak için ortaya attığı bir söylem olarak ifade etmişlerdir.

Tüm bu düşüncelere karşın Weber’in açıklaması daha ilginçtir. Weber, modernliğin aslında kendini her şekilde gizleyen bir özelliğinin olduğunu belirtirken, bütün tartışmaların en genel anlamda modernitenin amaçlarına hizmet eder nitelikte olduğunu belirtmektedir.


Tartışmanın ideolojik ve ekonomik boyutlarına inmeden, günümüz dünyası içinde modernliğin almış olduğu yeni hali üzerinde duracak olursak karşımıza şöyle bir manzara çıkmaktadır: Mark Luhan’ın “evrensel köy” diye tanımladığı günümüz dünyası, artık ulusal sınırların daha da silikleştiği, ticari, ekonomik, kültürel ilişkilerin ve etkileşimin daha da canlandığı bir döneme, küreselleşmeye, yönelmektedir.

İletişimin anındalık göstermesi ve mesafelerin ortadan kalkması uluslar arası alanda yeni ticaret ağları/yolları kurulmasına olanak sağladı. Böylece ticari ilişkiler ile birlikte üretilen her türlü ürün ve hizmet ile birlikte o ürün ve/ veya hizmetin sosyolojik ve kültürel simgesel kodlarını taşıyan –arka plan üretiler- de ticaret ile birlikte, güç sahibi devletlerden üçüncü dünya devletlerine doğru aktı. Özellikle sosyolojik ve kültürel içerikli mesajların vurgulamaya çalıştığı asıl nokta, mesajların ulaştıkları toplumlara, kapitalist devletlerin yaşam tarzını da taşımalarıydı. Böylece kültürel ve sosyolojik içerikli değişimlerin, hedef devletler üzerinde gerçekleştirilmesi, kapitalist ülkelerin  yaşam tarzının (bireyselcilik ve tüketim)  buralara aktarılması, ekonomik  anlamda yeni pazarların  elde edilmesi/oluşturulması anlamına gelmekteydi.

Sistemin kendisini bu şekilde meşrulaştırması için, kendini kurtarıcı olarak göstermesi gerekmekteydi. Bu özellikle Batılı söylemler tarafından, 1970’li yıllardan beri Batı’nın diğer kültürlere müdahalesi veya diğer devletlere karşı (sermaye/ham madde sahibi devletlere yönelik kurtarıcı kimliğiyle askeri kuvvet müdahalesi) yaptırımlara gitmesine neden oldu. Batı, Orta Çağ sonlarından başlayarak neredeyse bütün dünyaya sömürgeci kimliğiyle yaklaşmıştır. Batı günümüz ticari ilişkilerini, değişik maskeler altında (kurtarıcı yüzüyle)  yaparak bütün bu eylemlerini yasal ve evrensel temeller (insan hakları) üzerine kuruyor gözükmektedir.  Kendini aklayarak geçmişin kötü anılarını zihinlerden silmesi Batı’nın yeni zihinlere “en iyi dost” imajını vermesiyle devam etmektedir.

Kapitalizmin büyük başarılar elde etmesi ve ulus-devletlerin meşru yapısını bozacak kadar ileriye gitmesi gözlerden kaçmadı ve kısa sürede de eleştirileri kapitalizmin üzerine çekti. Bu eleştirilen çıkış noktasında ise kapitalizmin gerek ulusal açıdan olsun gerekse bireysel anlamda, manipüle etme özelliği sayesinde devletleri ve insanları etkisi altına alarak onları kapitalizmin köleleri haline sokması ve bunun yanında da ulus devletlerin meşruiyetini azaltarak ortadan kalkmalarına zemin hazırlamasıydı. Bu eleştirileri cevap vermede ise, bilimi ve bilgiyi elinde bulunduran ve istediği gibi şekillendirip, istediği zaman kullanıma sokan Batı, evrensel kavramları toplumların gündemlerine yerleştirip, bir bakıma da yerel kimlikleri kendi tarafına çekmeye başarmıştır.

Modernlik söylemi, sistemin meşruluğunu sağlamlaştırıcı bir sonra ki ifade biçimiydi. Bütün bir düşün tarihinde kendisini merkeze koyarak, diğerlerini “öteki” tanımıyla merkezin dışında tutan Batı, ideal ve evrensel olanı sürekli olarak kendi özünde barındırdı ve bunun böyle olduğu imajını bütün dünyaya yaydı. Medeniyeti de temel bağlamda, evrensel olan ile bir tutan ve böylece de medeniyetin de kendisinde var olduğunu söyleyen Batı, bütün bu söylemlerini sağlam zeminlere dayandırmak için yine kendi içinde ürettiği bilgi birikimine başvurarak meşruluğunu inşa etmeye devam etti.

Bu meşruiyet sağlayıcı kavramları şöyle sıralayabiliriz.
(a)    Pozitivist Bilimsel anlayışlı Bilimsel Devrim,
(b)    Demokrasi Merkezli Siyasal Devrim,
(c)    Laiklik temelli Kültürel Devrim ve
(d)    Sanayileşme sürecinde Endüstriyel Devrimler

Böylece toplum hayatının her noktasına aşılanan yeni hayat şekilleri günümüz kitle iletişim teknikleri ile birlikte de hızla üçüncü dünya devletlerine ve yukarıda ki devrimleri henüz tam olarak yaşamamış (Türkiye gibi) devletlere gönderildi. Dört bir yandan kuşatılan ulus-devletler ve milletler kendilerini bir çıkmazın içinde buldular ve neredeyse kendilerini mutlaka bu devrimlerden geçirmek zorunda hissettiler. Çünkü nede olsa medenileşme her toplumun, her bireyin arzuladığı ve ulaşmak istediği bir ideal ideolojiydi. Mademki Batı bu yolda kendilerinden birkaç adım önde idi, onlar da Batı’yı takip ederek, Batı’dan bilgi ve teknoloji ithal ederek aradaki bu açıklığı kapatma eğilimine girdiler. Tabi bunun yanında kültür ithal etmeyi de ihmal etmediler.


Modern Terimi
“Modern terimi” Huns Robert’e göre Latince “Modernus” biçimiyle ilk defa 5. yüzyılda resmen Hırıstiyan olan o dönemi, Romalı ve Pagan geçmişinden ayırmak için kullanıldı. İçerikleri sürekli değişse de “modern” terimi hep, kendini eskiden yeniye geçişin bir sonucu olarak görmek için, antik çağla arasında bir ilişki kuran dönemlerin bilincini de ifade etmiştir.

Bazı yazarlar ve düşünürler modernliği, Rönesans’la sınırlasalar bile bu aslında tam bir doğru sınırlama olmamaktadır. Çünkü modernlik terimi Avrupa’da hep yeni bir dönemi ve yenileşmeye vurgu yaptığından, her ne kadar 17. yy. Avrupa’sı modernliği kendi içinde yaşıyor idi ise de daha erken 12. yy. da Büyük Charles döneminin de kendine özgü yenileşme hareketleri vardı. Onlar da kendilerini bir önceki toplumlardan ve dönemlerden ayırmak için “modern” terimini kendileri için kullanmaktaydı.

18.yy. da aydınlanmacılar tarafından yeniden formüle edilen modernlik, artık içerisinde daha geniş alanları barındırmaktaydı. Öyle ki modernlik neredeyse gündelik hayatın tüm evrelerine uygulanabilir bir hale gelmekteydi. Bu yeni formulasyonun içeriğinde; nesnel bilimi, evrensel ahlakı, yaşayışı ve kendi iç mantığı çerçevesinde sanatın özelliklerini geliştirme çabaları yer almaktaydı. Fakat bu formulasyonun en önemli özelliği bütün bu çalışmaların sadece esoterik (belli bir guruba ait olma) olmasıydı. Aydınlanma düşünürleri, sanat ve bilimin sadece doğal güçler üzerindeki denetimi artırmakla kalmayıp, dünyanın ve benliğin anlaşılmasını, kurumların haklılığını ve insanlığın mutluluğunu da sağlayabileceği yönündeki beklentiler içindeydiler. Fakat yirminci yüzyılla birlikte bilim, ahlak, sanat farklılaşması, iletişimin de hermeneutikten (yorumsama) ayrışması iyimser düşünceleri dağıtmaya başladı.

Modernizimin Temelleri

Michelet’e göre modernizm rönesans ile birlikte başlayan “dinden bağımsızlaşan” bir süreç olarak ortaya çıkar. Bu bağımsızlaşma özellikle Antik Yunan çağından başlayan ve insanın kendini, evreni, dinden, mitolojiden bağımsız biçimde algılaması ve olgulara eleştirel, şüpheci bir yaklaşımla yaklaşılmasını gerektiriyordu. Bu sürecin hızlanmasına atkı koyan en etkili olgulardan birisi de bilginin topluma yayılmasına aracı eden kişilerin, kilisenin otoritesini sarsıcı davranışları geliyordu. 1517 yılında Wittenburg kilisesinin kapısına Martin Luther tarafından asılan ünlü 95 teziyle, kiliseye ve din adamlarına gerek olmadığı, insanların incili kendilerinin anlayabileceğini izah ediliyordu. Bu çıkışın ardından modernizmin başlangıcıyla birlikte Avrupa’da yeni bir dinsel akım başladı. Bu akım, insanın Tanrı’dan gelen vahiyle değil, insanın içinde yer alan ve akıl ile ulaşılan bir dini içermesiydi. Bu olgu da doğal din akımı olarak nitelenmekteydi.

Modernizmin temellerinden birisi de yine bu dönemde –16 yy.- ortaya çıkan “Hümanizm” akımıdır. Hümanizm bir bakıma insanın aklı ile birlikte yeni hayat anlayışına erişmesinin simgesidir:  İnsan toplumsal olanın bir parçası olmaktan “birey” olma olgusuna geçen laik bir yapıyı temsil etmekteydi.

Bunların yanında bir de “evrenin birliği” ilkesi gelmektedir. Bu da Kopernikle birlikte Aristo mantığında yer alan, yer merkezli evren anlayışının güneş merkezli bir evren anlayışına geçilmesini içermektedir. Decartes’in de vurguladığı gibi evren iki ayrı olgudan oluşmakta idi. Birincisi; evreni dine ve kiliseye bırakan metafizik, ikincisi de sadece aklın egemenliğinde yer alan fizik idi.

Rönesans’ın Etkisi

Rönesans dönemi, evren, insan, din, bilim ve sanat alanlarında bir bakıma modernizmin temellerini oluşturacak nitelikte yeniliklerin gelişmesine olanak sağladı. Aydınlanma ile birlikte de fikri alt yapısı oluşturulan modenizm kendini daha geniş bir düzleme yaymayı başardı. Bu dönemde felsefik, sosyolojik ve kültürel yayılımlar sağlamlaştı ve böylece de “rasyonel” düşünce ile birlikte “insan aklının ilerlemesi” insanı ön plana çıkarırken, yeni bir yaşam tarzını da beraberinde getirdi. Tanrı merkeziyetçilikten, insan merkeziyetine yönelik çalışmalar ile orta çağdan alınan tüm temel kavramlar seküler hale getirilerek, uslamlama ile modernliğin köşe taşları da yerine konulmuştur. Her şeyi tekilciliğe indirgeyen ussallık, daha da ileriye giderek, tek dil, tek din, tek bilim, tek bayrak, tek millet söylemiyle bütün farklılıklara karşı savaş açmıştır. Dönemin genel ortamı şöyle tanımlanabilir: Aydınlanma arka planda yer alırken, pozitivizm öne çıkarak her şeyi akli dengelere indirmekteydi.

Son olarak da söylemini, evrensel boyuta taşımak adına, özgürlük,  eşitlik,  insan hakları,  demokrasi gibi kavramlar aydınlanmanın, dolayısıyla de modernizmin temel söylemini oluşturmaktaydı. Böylece insan mutluluğuna giden yolun formulasyonu da ortaya konuyordu.

Yukarıda da belirttiğimiz gibi modernizmin altında siyasal, kültürel, ekonomik ve bilimsel devrimlerin yer alması ile birlikte aşağıdaki kaynaklar da ortaya çıkmaktadır:
(a)    Aydınlanma geleneği,
(b)    Rasyonalizm,
(c)    Bilimselcilik (ilerleme)
(d)    Ulus-Devlet,
(e)    Sekülerizm

Ayrıca, yine modernizimle birlikte ortaya çıkan değişimleri maddeler altında sıralayacak olursak aşağıdaki dört noktaya dikkat çekmemiz gerekir. Bunlar:
(a)                        Kapitalist ekonominin evrensel boyutta gelişmesi ve sanayi devrimi sonrası döneme özgü sınıflara dayalı toplumsal yapılanma,
(b)                        Rasyonel çalışan merkezi bürokrasinin giderek daha fazla etkin gelişmiş devlet aygıtlarının yapılanması, yaygınlaşması,
(c)                        Devrimsel nitelikteki alan olan bilimsel-teknik gelişmenin sonuçlarının ve etkilerinin dünya çapında yaygınlaşarak artması, genişlemesi,
(d)                        İnsanların günlük yaşamlarının her geçen gün biraz daha rasyonelleşmesidir.

Ayrıca bunlara bir de ek olarak iletişim teknolojisinin hızlı gelişimiyle birlikte ortaya çıkan kitle iletişim araçları ve bunlara egemen olan güçler ile elitlerin, bu araçları kendi amaçları doğrultusunda kullanmaları ile yeni bir çağda “kültür endüstrisi” diye tabir edilen popüler kültür üretimlerini de ekleyebiliriz.

Modernizmi oluşturan toplumsal fenomenleri öncelikle endüstriyel ve demokratik değişimler olarak belirtebiliriz. Geleneksel tarımsal üretim ve küçük çaplı el sanatlarına dayalı Durağan bir yapıdan sanayileşmiş, şehirleşmiş, okuryazarlık oranının arttığı, kitle iletişim ve ulaşım araçlarının geliştiği, dinamik bir yapıya geçiş, modernleşme olgusunun ortak özellikleri olarak belirtilebilir. Hâkim özellik ise tarıma dayalı toplumsal bir yapıdan sanayie dayalı toplumsal bir yapıya geçiş olarak söylenebilir.

 Modernleşme; sanayileşme ve teknolojinin yayılması, toplumsal yaşamda bilginin rolünün artması, ticaretin yayılması yoluyla geniş alanda ekonomik bütünleşmenin oluşması, kırdan kente geçiş ile zihinsel, kültürel ve yapısal değişikliği ifade etmek için kullanılmaktadır. İlk modernleşen ülkelerde değişim tedrici ve iç dinamiklerle olurken bu sürece geç giren ülkelerde dış dinamikler ile elitler değişimde önemli bir role sahiptir.

Bazen modernleşme, sanayileşme olmadan ve gerekli alt yapı koşulları gerçekleşmeden kültürel özellikleri ve sonuçları itibariyle elde edilmeye çalışılmaktadır. Tıp ki bizde 1940’lı yıllarda yapılmak istendiği gibi. Bu değişme sürecinde de; geleneksel kültür, yapı ve kurumların çözüleceği, modern kültür ile yapı ve kurumların onların yerini alacağı beklenmektedir.

Gelenekten moderne geçişte her zaman uzlaşımcı bir hareket beklenemez. Bazen de bu geçişler oldukça köklü değişimlerin getireceği kargaşalarla birlikte gelişir. Bunun en önemli nedeni, geleneğin muhafaza edilmek istenmesinin ötesinde, modernlik ile gelenin yerel kimliklerin ortadan kaldırılmak istemesi, dış baskıların dayatılması,  meşruluk tanımlarının değişmesi, ulus-devlet yapısının zedelenmesi ve siyasal-kültürel alanlarda yozlaşmaların yaşanmasında barınmaktadır.

Artık bu noktadan sonra ortaya konulan bütün değişimlerin yasal düzlemler üzerinde sağlamlaştırılması da hukuki alanda bazı değişiklikleri içermektedir. Bu hukuksal düzenlemeler ile birlikte modernite evrimini tamamlamış bulunmaktadır. Ama bu modernizmin bittiği veya oluşumunu tamamladığı anlamına gelmemeli, zira yeniliği ve değişimi temel çıkış noktası üzerine koyan Batı aydınlanmacı düşünü modernliğin tıkandığı yerde yada modernliğin kendi amaçlarını karşılamada yetersiz kaldığı noktada yeni bir kavram ile karşımıza çıkmakta ve bu sefer de moderniteden beslenerek kendine yeni bir meşru zemin hazırlamakta/oluşturmaktadır. Bu yeni kavram, her ne kadar üzerinde farzla durmayacak olsak da yine de modernizmin tarihsel gelişiminin yanında günümüzü daha iyi anlayabilmede değineceğimiz “post-modernizm” dir.

Artık modernizimden küresel bağlamda yeni bir yapılanmaya geçiş dönemi gelmiş bulunmakta ve bu yeni dönemin de kendine has yapılanmaları mevcudiyetini oluşturmaktadır. Bu süreç içinde de kısaca, yerellik, çok kültürlülük, etniklik, kitle iletişimi, nükleer silahlanma, küresel ısınma gibi kavramlar gelirken aynı zamanda da ulus-devletlerin zayıflarken yerel nitelikteki aşiretçiliğin hızla önem kazanması gibi bazı çelişik kavramlar da post-modernizm kavramı içinde yer almaktadır.

Modernliğin Eleştirisi

Modernliğin kendi içindeki yapısalcı anlatısına karşın bu söyleme farklı/aykırı bir bakış açısıyla yaklaşan Frankfurt Okulu mensupları, akılcılığın modern dünyada baskı aracı olarak kullanıldığını vurgulamaktadırlar. Ekonomik sorunun yerine düşünsel düzlemden getirilen yeni bir hegemonik etkileme sisteminin, artık, günümüz insanını kontrol etmeye başladığını, böylece de akıl iradesini başkalarının denetimine bırakan insanın bu yönden sömürülmeye açık hale geldiği söylenmektedirler.

Özgül aklın bireyi özgürleştireceği söylemine karşın, akıl ışığı altında yapılan veya yapılması istenen her şey modern hayatın sınırlarını belirlemekte, insanı içinde bulunduğu sosyal ortamın dışına çıkarmayıp kendisi ile olan mesafesinin iyice açılmasına engel olamamaktadır. Bir kere modernliğin sosyal sistemi içine düştünüz mü, artık oradan çıkışınız yoktur. Bu kural aslında sistemin kendini çok iyi bir şekilde meşrulaştırdığını bizlere hatırlatmaktadır.

Modern insan günlük yaşantısını modern sistemin koşulları içinde gerçekleştirmek zorundadır.  Horkheimer’in de belirttiği gibi “azınlık güçler tarafından planlanmış bir pazarın içinde, çoğunluğun, planlar doğrultusunda kendilerini var etmeleri” demektir. Önceki toplumlarla kıyaslandığında, günümüz toplumunda yer alan bir işçi önceki toplumun bir soylusuna nazaran daha çok seçme (üretim ürünlerini) ve kullanma hakkına sahiptir. Bu bir bakıma günümüz işçisinin eski bir soyludan daha özgür olduğuna vurgu yapmaktadır. Bu söylemin doğruluğunun karşısında, her ne kadar, seçme özgürlüğümüz artmışsa da insan olarak, ürettiklerimizin efendiliğinden köleliğine geçmiş bulunmaktayız. Gündelik yaşamda bile farkına varmadan popüler ürünlerin/üretilerin sahibi olabilmek adına, özgür zamanımızı onları elde edebilecek yoğun bir çalışma planı içinde geçirmekteyiz.  Sonuçta elde ettiğimiz amacımızı, üretinin sahipleri bizleri efendilikten köleliğe indirmek adına piyasaya veya özgür alanımıza yeni bir ürünü sürerek elimizden alıyor. Sırayı tekrar bu yeni ürünü elde etmek için giriştiğimiz maddi ve manevi çabalar almaktadır. Kısaca bu akışa kültür endüstrisi adıyla tanım koyabiliriz.

Teknolojik güç ile hızlı üretim, hızlı pazarlama ve hızlı iletişim olanakları, tekelci sınıfların ellerine geçmektedir. Her ne kadar teknoloji insanın konforunu geliştirme adına üretilerini ortaya koysa da bu sadece küçük bir elit (egemen) sınıfın egemenliğinde yer almakta, bu sınıfların dışında kalan ve  her toplumun tabanını oluşturan insanlar için sadece ona sahip olabilmek adına; ortaya konan tüm sistematik kurallara boyun eğen insan formatını oluşturmakta, insanı  makinenin kölesi haline getirmektedir.

Yukarıda açıklamaya çalıştığımız modernliğin eleştirel bir bakışını kuramsal çerçeveye dökecek olursak “araçsal akıl”  kavramını kullanmamız yerinde olur. Burada ayrıntısına girmeden Weber’in söylemlerinden gelen bu kavramı aydınlanma sürecinin, dolayısıyla modernliğin bir getirisi olarak görmek gerekmektedir. Bu tezi yok etmek için de Habermars’ın ortaya koyduğu “iletişimsel eylem” teorisi karşıt sav niteliğindedir. İletişimsel eylemi de kısaca üç başlıkta toplayabiliriz.

(a) Kültürel bilginin aktarılması, yenilenmesi
(b) Sosyal tabakalaşma ve gurup dayanışması
(c) Bireysel özdeşleşme,

Toplumun yapısını (kuramsal çerçevesini) iletişimsel eylemlerle tanımlamamız mümkündür. “Etkileşim ile özdeşleşmiş bireylerin varlığıyla oluşan toplum”, diye kısaca inşa sürecinde böyle tanımlanabilir. Sonraki dönemlerde ise kurumlaşan ekonomik ilişkiler ile devlet yapısı akılcı eylemlerin odak ilkeleri etrafında oluşmaktadır. Bu siyasal ve ekonomik yapının karşısında da ailesel gibi akrabalık ilişkiler ile odaklanan daha yerel kurumlar da oluşmuştur. Her bir üst kurumun kendi alt kurumunu oluşturacağına göre tüm eylemler, ya bu alt yapılara ve /veya kurumlara üstün bir nitelik taşıyacaktır ya da bu kurumlar veya alt yapılar tarafından kontrol edilecektir.

Şayet alt yapılar (ekonomik kurumlar, devlet örgütleri vs.) bir kontrol söz konusu ise o zaman aydınlanma söyleminin rasyonelitesi işleviz kalacaktır. Çünkü kurumlar tarafından belirlenen tüm yaptırımlar ve eylemler her ne kadar evrensel söylemleri içerse de yine de normatif, baskıcı, zorlayıcı, manipüle edici nitelikte olacaktır. O zaman burada rasyonelliği aramak mümkün olmayacaktır.

Hiç yorum yok: