15 Eylül 2010

Özgürlüğü Arayan Adam

İnsan tarihin içinde hem ötekilerle hem de kendi nefsiyle sürekli mücadele içindedir. Bazen bu mücadeleler “haklı-haksız” kavramlarının el değiştirmesine vesile olur. Hak kimin elindeyse doğal olarak hakkın hukukunu da kendisi belirler.
Rousseau özgürlüğü “bize buyrulan yasalara boyun eğmek” olarak tarif eder. Öteki tarafta da özgürlüğün tanımı içinde “doğuştan elde edilen ve insan olmak unsuruyla sahip olunan haklar” ibaresi bulunmaktadır.
Belki de bu yüzden doğuştan elde edilen hakların evrenselliği doğduğumuz siyasi haritanın üzerinde geçerli olan siyasi ve iktisadi hakları içermektedir. İnsanın doğuşuyla birlikte sahip olması gereken ve adına evrensen haklar denilen ve kanunla belirlenen kurallar gerçekte evrensel midir?
Irkınız, renginiz, ana-babanızın dinleri, diliniz, şiveniz, plakanız, köylü veya şehirliliğiniz, doğulu veya batılılığınız, zengin yada fakirliğiniz… Kısacası “sen” denen her şeyiniz özgürlüğünüzü mü belli etmekte, yoksa sahip olduğunuz her şey genel bir özgürlük atmosferinde mi ortaya konmaktadır?
Bize buyrulan yasalara boyun eğmek elbette özgürlüğün bir ifadesidir. Zira devlet ve gelenek gözlüğünden bakıyorsanız esas olan “var olan düzeni” devam ettirmektir. Devletçilik adına gelişim ve değişim unsurları dinozor düşünceli ve en az çeyrek yüzyıllık ömürlü bürokratların elindedir. Zaten onlar siz yasalara uyduğunuz sürece sizin için her şeyin en iyisini yaparlar.
Yiyiniz, içiniz ama işlerine karışmayınız…
Ülkemizde özgürlük arayışı coğrafyamızın tarihine baktığımızda batının Osmanlıyı son dönemlerinde daha da zayıf düşürme planları gereğince şırıngayla damarlarına soktukları bir zehirdir. Özgürlük zehir olamaz elbet ama genç beyinleri etkilemek için kimi hallerde zehirden de öteye geçebilir.
Osmanlının mirasını paylaşma kavgası sadece batılı devletler tarafından verilmedi tarihimizde. Özellikle cumhuriyetin ilanından sonra yani meşru bir devlet kimliği ile ayağa yeniden kalktığımızda topraklarımız üzerinde yaşayan birçok kesim Osmanlı mirasını sahiplenme hevesi içindeydi.
Her bir kesimin kendisini daha güçlü ve tabi ki daha haklı göstermek için belli başlı argümanları bulunmaktaydı. Kimi zaman eskiyi savunanlar ile yenilikçiler arasında, kimi zaman dindarlar ile laikler arasında kimi zaman da ırka dayalı örgütlenen kesimler arasında memleketi savunma ve sahiplenme kavgaları baş göstermiştir.
Elbette her birinin dayandığı temel argüman “özgürlük bendedir” mitiydi.
Masum vatandaşlar kimin tarafında yer alırsa onlara sunulan özgürleşme hediyesi, özgürlüğün insani bir değer olduğu gerçeğini zihinlerden silmesi dikkat çekiciydi. Zira Rousseau’nun “yasalara uyma” formülü insanlarımızın önüne konmaktaydı. Kimin yasasına? Elbette vaatte bulunanların yasalarına uyma.
150 yıllık özgürlük savaşımları günümüze de yansımaktadır. Özellikle 90’lı yılların siyaset söylemlerinde kullanılan “neyimiz varsa size vereceğiz –iki anahtar-“ söylemleri özgürlüğü maddi bir havaya bürümüştü. Vatandaşlarımıza sadece sahip olmak bilincini aşılayan bu ve buna benzer söylemler zihinlerin özgürlüğünü hiç mi hiç dikkate almamaktaydı.
Oysaki insanın özgürleşebilmesi için öncelikle inanması sonra ait olması son olarak da aidiyetiyle inancını ifade edebileceği bir zeminde yaşıyor olması gerekir.
Fakat bunun tam da tersine ait olmanın yerine “yalıtılmışlık” yani çevresinden ve etki alanlarından tamamen soyutlanmışlık özgürlük olarak önümüze konuldu. Tüket; tüketebildiğin kadar özgürsün…
Yiyiniz, içiniz ama paylaşmayınız; yoksa ait olursunuz…
Özgürlük adına “benim dediğim olsun” mantığını güden bir tarihin derinliklerinden günümüze kadar gelmek elbette siyaset anlayışımızı da ve doğal olarak siyasi aktörlerimizi de beli düşünce kalıpları içine hapsetmiştir.
Milletin realitesinden uzak ama millete realite oluşturmayı amaç edinen siyasetçiler…
Yazının bundan sonraki kısmına yeni bir perde açmak lazım. Bu perdenin adı da Recep Tayyip ERDOĞAN’dır.
Erdoğan gençlik yıllarından itibaren siyasetin içinde yer aldı. Muhafazakâr kimliği ve imam hatipli oluşu onu manevi değerleri milli değerler ile beraber yaşamaya sevk ettiren önemli bir unsur oldu. Fikir noktasında beslendiği Necip Fazıl ve Mehmet Akif onun mefkûresinde “enginlik” arayışını derinleştirmiştir.
Gençlik yıllarından itibaren siyasetin her kademesinde yer alması doğal olarak bu kademelerde iken belirli toplumsal tabakalar ile iletişim kurmasını da beraberinde getirdi. Bütün bu iletişim süreçlerinden ortaya şöyle bir tablo çıkmaktaydı: iletişimde vericinin kodladığı mesajlar alıcılar tarafından tam anlaşılmalı ve kabul görmeli.
Bu şu anlama gelmektedir: Türkiye’ siyaset yapıyorsa bu ülkenin insanının düşünce derinliğini oluşturan unsurları sadece konuşman yetmez. Onları aynı zamanda yaşayacaksın.
Evet. Yaşamak. Erdoğan’ın siyasette belli bir davayı oluşturabilmek için en önemli anlayış biçimiydi. Yaşanmadan yaşatamazsın; yaşatamayacağını da kimseye anlatamazsın.
Erdoğan’ı bir dava adamı haline getiren en önemli unsur inandıklarını yaşayan, yaşadıklarını konuşan bir siyasi kimliğe sahip olmasıydı. Burada özgürlük adına yukarda belirttiğimiz “inanmak ve ait olmak” Erdoğan’da karşılığını bulmaktadır: Derinliği olan bir inanç ve düşünceler birikimiyle, ait olunan yani yaşanan ve yaşatılmak istenen değerler toplamı.
Özgürlük arayışı Erdoğan’ın dava adamı olma yolunda başvurduğu nitelikli bir argüman oldu. Zira Erdoğan Osmanlının mirasının paylaşımına dair geçmişten günümüze kadar gelen bölünmelere karşı “Hiçbir grup, hiçbir birey, ülkesini daha çok sevdiği iddiasıyla hukukun kendisine vermediği bir hak ihdas edemez” (2005), anlayışıyla bu bölünmelere karşı çıkmaktadır.
Daha çok sahiplenmek için iç tehlikeler oluşturarak sözde devleti ama özde kendi varlığını korumalara ve koruyanlara karşı çıkmıştır Erdoğan.
Özgürlük aynı zamanda bir sorumluluktur. Bunu da böyle bilmeliyiz. Özgür olmak hovardaca sorumluluğu harcamak da değildir”. (2003). Böyle bir anlayış takınan Erdoğan, aslında şu gerçeği ortaya koymaktadır. Şayet toplumlar atomize olurlarsa yani bireyselcilik bir toplumda yükselişe geçerse o toplumun sosyal yönü zayıflar ve toplumsal kurumları ile değerlerinde zaman içinde yıkılmalar ile yozlaşmalar olur. Bunun önüne geçmek için sahip olunması gereken önemli bir unsur da “sorumluluktur”.
Sorumluluktan yoksun toplumun her an birinin iktidarı eline geçirmesiyle ötekilere yani kendisinin zaten öteden beri ötekileştirdiklerine zulmetmesi kaçınılmaz olur. Zulümden uzak durmak, mazlumu korumak Erdoğan’ın daha ilk günlerden bir dava oluştururken zihninde tasarladığı bir anlayıştır. Zira Mehmet Akif’in ilgili mısralarını sürekli olarak tekrarlamasının arka planında bu gerçeklik yer almaktadır.
Bir dava adamı olmak ve bir dava ortaya koyabilmek göründüğü kadar kolay bir iş değildir. Fakat Erdoğan kimilerine göre zor olanı ama kendisine göre kolay olanı seçmiştir. O davasını Türk Milletini millet yapan değerler üzerine koydu. Bunun için Ak Partinin siyasi anlayışını da muhafazakâr demokrasi olarak belirledi.
Muhafazakâr demokrat kimliğimize, tarihimize, değerlerimize sahip çıkmak, aile sistemimizi korumak hedefi vardır”. (2005). Burada ki ifadesiyle Erdoğan oluşturduğu siyasi söylemin çerçevesini de belirtmektedir. Tarih, değerler ve aile yapısı… Bu kavramlar arasında özgürleşmek için, daha çok özgür olmak için birilerinin oluşturduğu yasalara itaatı değil, Erdoğan’ın ifadesiyle; “Üstünlük inancını ortaya koymada ve onu savunmadadır”. (2005). Anlayışına sahip olmak gerekmektedir. Yani  “inanmak ve ait olmak; yaşayarak ait olmak”.
Recep Tayyip Erdoğan siyasi tarihimiz içinde önemli bir anlayışı temsil etmektedir. Dindar kimliğini, siyasi söylemi içine, ötekiler denilebilecek kesimleri dışlayıcı ve reddedici olarak yerleştirmez. Kendi ifadesiyle ''Biz AK Parti'yi kurarken ilkelerimizi ortaya koyduk. Öncelikle (biz din eksenli bir parti kurmuyoruz) dedik. İkinci olarak din, siyasete sıfat olacak kadar basit değildir”. (2005) dinin siyaset üstü bir yapıda olduğunu belirterek davasında samimiyeti ile kalıcılığını ortaya koymuştur.
Erdoğan beslendiği derin tarihin inceliklerini siyasi söylemleriyle hareketliliklerine işleyebilmeyi başarmış bir siyasetçi olarak siyasi tarihimizde ayrı bir yere sahiptir. ''Bizim siyaset anlayışımızda makamlar hiyerarşisi değil, değerler hiyerarşisi vardır'' (2004) anlayışıyla siyaset kurumunu halkı tepeden gören bir konumdan halkın hizmetine indirgeyen bir niteliğe dönüştürmesi dikkat çekicidir.
Recep Tayyip Erdoğan gerek bir dava adamı olarak ve gerekse özgürlük arayışı mücadelesi veren bir birey ve siyasetçi olarak kendisini marjinallikten uzak tutmayı başarmıştır. Radikal söylemlerden uzak durması, karşısındakileri ötekileştirmemesi, farklılıkları kapsayıcı nitelikte onlar ile yaşamayı benimsemesi onun özgürlük yolculuğunun olmazsa olmaz azıkları olmuştur.

Hiç yorum yok: