Derin bir sessizliğe boğuldu sokaklar; çığlıklar, feryatlar ve kimsesiz kalmış dudaklardan dökülen donuk aşklar; hepsi birden susmuş, ne varsa dillerinin altında kalmış artık. Bütün acılar unutulmuş yada unutturulmuştu sağanak yağmurun altında. Kimsesizlerin sokak ortası dilenmeleri, babaların parasızlık içinde oyuncakçı dükkânlarına uzak seyirleri, anaların yağmura aldırış etmeden etekleriyle sokakları süpürmeleri; hepsinin birden durup saygıyla başlarını öne eğmeleri… Her adımımda okuduklarımın beraberinde, benimle sokağa çıkmaları ve yalnızlığımdan alıkoymaları ben,; bir oyuncakçı dükkanında rafları seyre dalarcasına...
İlk adım toprağa oradan beton kaldırıma; şairler mahallesinden Çayeli’ne uzanan on beş dakikalık yol. aklımda Anadolu Lisesi’nin temiz sıraları.Okul yolu... Sabahattin Ali’nin “İçimizdeki Şeytan” yapıtında insana biçtiği rollerdeki gibi gençlik yıllarımızda dünyayı kurtarma hevesi içinde iken hep başkalarını “kötü”ler olarak çizerdik kafamızda. Sorunlar belliydi; taş kaldırımlarda koşar adım yağmur bulutlarından kaçarken az mı kurtarmadık dünyayı, memleketi ve sevgiliye açılamadığımız sevdalarımızı? Ve okul çıkışlarında kurduğumuz öğrenci cemiyetlerinde düzen üstüne düzenler inşa etmedik mi? Şimdi geriye dönüp baktığımızda hatıramızda kalan Charles Dickens’in “Kasvetli Evi”ndeki entrikalar.
Gençliğimizin şairlerindendi Atilla İlhan, lise sıramın üstüne yazamadığım mısraları aklımın tembel köşelerine yazdırttı bana koca şair;
Beni de kırdılar ben artık küsüm
yağmurları yağmıyor ağaçlarıma
sularından içmiyorum susadım ama
beni de kırdılar soğuk bir ölüm
çevik bir bıçak gibi çakıldı aklıma
Daha hiç bir şeyi oturtamamışken aklımızda, karanlık ölüm hülyaları ve anlamsızlıklar dönerken etrafımızda gençliğimize el uzatır gibi gelmemiş miydi Mehmet Akif; öyle bir gelmişti ama biz onun gelişine geç kalanlardan değil miydik?
Âtiyi karanlık görerek azmi bırakmak...
Alçak bir ölüm varsa, emînim, budur ancak.
Dünyâda inanmam, hani görsem de gözümle.
İmânı olan kimse gebermez bu ölümle…
diyerek imdadımıza yetişmemiş miydi? Ansızın üstümüze odaklanan sabah bulutları yerini güneşin içimizi ve dışımızı yakan ıslak ateşine bırakmıştı.
Şairlerin ve yazarların kelimeleri arasında kendimize yer ararken her bir mana içimize işlerdi. Delikanlılık çağımızın çehresini oluşturan yazarlar ve yazıları bugünlerde dilimizden düşmeyen ve bizi ayakta tutan en büyük mirasımız oldu. Okumak… ne güzel bir eylem, ne güzel bir çaba; anlam ile varlık arasındaki en derin muhabbettir okumak. En Sevgili’ye sunulan ilk tebliğ, dimağımızın açlığını gideren aş gibi okumak.
Okudukça büyüdüğümüzü, okumayanlardan farklı olduğumuz düşünmedik mi hiç? Elbet düşündük; hangi yazarın dünyasına dalmış isek o yazarın düşünceleriyle düşündük; hangi kelimelere sığınmış ise yazar biz de o kelimeleri dilimizden düşürmemeye özen gösterdik.Böyle yazmamış mıydı J.P Satre, ve kelimelere sığındık devamında; kelimeler büyüdükçe büyüdü gözlerimizde sonunda sığmadılar aklımıza ve birden anladık hayat tek kelime;
Ne var ki, pazarlığa girişecek ecelle;
Sermayem tek kelime, Allah azze ve celle...
Böyle geldik Kısakürek’in kalabalık olmayan ama derinlerde yaşayan kelimelerine ve daldık yazmanın seyrine. Okudukça büyümek vardı ya hani hayalimizde ama bizler okudukça küçüldük. Küçüldükçe büyümek için okuduk ama gel gör ki okudukça küçüldük. Nihayetinde yokluğumuza varmadan kendimizi kalemin ucuna bağlayıp deryanın derinliklerine daldık. İşte yazmanın içimizdeki orta yollu hikayesi, üç-beş dakikalık seyri budur.
Hangimizin hatırında kalmadı, lacivert ceket, üç numara tıraşlı başımız, yağmur ve titrek ellerimizde köfte ekmek. Soğuktan kızarmış kulak ve burun, soğanın kokusu ve köftenin sıcaklığında yarım saat sonraki dersin çalmaya şimdiden hazırlıklı zili. Ah birde limonatandan içebilseydik Recep Abi… Sen hep öyle derdin be abi; okuyun çocuklar siz bilemezsinin soğukta köfte ekmek satmakla soğukta köfte ekmek yemenin farkını. Okuyun da büyüyün… Belki büyüyemedik ama okuduk be Recep Abi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder