Feminizm kuramları, ortaya çıkış süreçleri içinde değerlendirildiğinde o dönemlerin siyasal, ekonomik ve kültürel yapısıyla yakından bir ilişkiyi takip eder. Öyle ki feminizm söylemleri sürekli olarak egemen olan tarafından kadınlara yönelik olarak bir “hak verme” niteliği olarak algılansa da aslında durum tam da öyle değildir. Hak verme veya kadınların toplum içinde daha genel haklara sahip olması, erkek egemen bir toplum içinde kadının rollerini yeniden belirleme çalışmaları genel olarak kadınları belirli bir noktadan öteye taşımamıştır.
Feminizm ile ilgili tartışmaları bir sınıflandırmaya tabi tutacak olursak en genel olarak üç ayrı tartışma ortamından bahsetmemiz mümkün olacaktır. Bunlardan ilki “cinsiyet ayrımcılığına” ilişkin olan ve kadının cinsiyetine bağlı olarak aile kurumu içindeki yerini toplum içinde yeniden sorgulamaya açan yaklaşımdır. İkinci alan ise “kamusal-özel” ayrımına değinen ve kadının özel alandan kamusal alana açılımını siyasal sistem ve ekonomik sistem içinde değerlendirmeye tabi tutan anlayıştır. Üçüncü tartışma alanı da adalet kavramının feminist tartışmalarda erkek egemenliğini pekiştirdiğini bundan dolayı da kadın haklarını savunurken adalet yerine “özen” kavramının tartışmaya dâhil edilmesini savunmaktadır.
Okin’inde belirtiği gibi eski görüşlerin kadın haklarını tanımlarken kadına biçtiği roller daha çok onu evi içinde tanımlamaya çalışan geleneksel görüşler olduğudur. Kadınların yurttaşlık ve siyasi haklarının kısıtlanması, doğaları gereği ev dışındaki siyasi ve ekonomik etkinliklere uygun olamadıkları gerekçesine dayanmaktaydı. Son yüzyıldaki toplumsal alanda gelişmeler kadının bu dar alandan daha geniş bir alana çıkmasına hem olanak tanımakta hem de zorunlu olarak kadını evin dışına çekmeye mahkûmluğu bulunmaktadır. Ama bu gelinen son noktada “kadının kendi iradesiyle hayatını devam ettirebilmesi” görüşü etrafında kadının kamusal alana adım atmasına olanak tanınmaktadır. Buna bağlı olarak da eğitim, hizmet, çalışma, adalet ve siyasal haklar nezdinde kadınlara bazı haklar tanınmıştır. Bu hakların dünya çapında kadınlara verilmesi ülkelerin mevcut siyasal yapıları ile yakından ilgilidir. Siyasal yapıları ayakta tutan yâda değiştiren ekonomik temeller de benzer hakların kadınlara verilmesinde başat olmuştur.
Sorun, kadının ilgili alanlara dâhil edilmesiyle yine de ortadan kalkmamış, yeni ve daha ciddi sorunlar beraberinde gelmiştir. Zira kadının ekonomik hayata dâhil edilmesi ile birlikte ekonomik alanı belirleyen kurallar ve kanunların kadının biyolojik özelliklerini dikkate alan bir niteliğe haiz olmaması nedeniyle çalışma ortamları, çalışma şartları ve adaletsiz ücretlendirme ile mesai saatleri arasındaki erkek-kadın farklılıkları genel olarak kadınların aleyhine olarak işlenmekteydi. Ayrıca kadının cinsiyeti onun çalışma ortamında cinsel taciz ile karşı karşıya kalmasına da zemin olmakta fakat bunların ortadan kaldırılmasına yönelik belirli düzenlemeler günümüzde bile tam manasıyla oluşturulamadığı da gerçekliğini korumaktadır.
Ayrıca kadın için yukarıdaki gelişmelerin devamında ciddi bir sorun daha bulunmaktaydı. Evli olan kadınlar geleneksel görevlerini, yani aile içindeki kadınlık, annelik ve evin her türlü işleyişini devam ettirmede hala geleneksel rolleri ifa etmektedir. Bu bakımdan da erkek ile aynı mesaiyi dışarıda geçiren anne evine geldiğinde yine evin olağan günlük işlerini, yemek, temizlik, vs. devam ettirmek durumundaydı. Böylece de kadınların sosyal ortamda biraz dahi olsa elde ettikleri hakları ev ortamında paylaşma imkânları oluşmadığından yine de daha sorunlu bir hayatın ortasına itilmekteydiler.
Toplumu dengelemeye niyetli yasaların belirli konularda ayrımcılığı dikkate almadan düzenlenmesi elbette istenilen bir durumdur. Mesela ırk ayrımcılığına ilişkin yapılan düzenlemeler o toplumun daha sağlıklı temeller üzerine inşa edilmesini sağlayacaktır. Buna benzer olarak cinsiyete vurgu yapmadan düzenlenen toplumsal iş ve hukuk uygulamaları yetersiz kalacaktır. Çünkü kadın ile erkeği biyolojik, fiziksel ve psikolojik olarak aynı kıstaslar çerçevesine sığdırıp topyekûn kurallar uygulamaya çalışılmak etkili olmayacaktır. Aksine bu uygulamalar ile beklenen toplumsal faydayı kadınlar üzerinden artırma girişimi ve hevesi yetersiz kalacaktır ve kalmaktadır. Çünkü cinsiyetler arası doğuştan gelen farklılıklara dayanan kabiliyet farklılıkları düzenlemelerin tek düzenliliği içinde daha da belirgin hale gelerek kadınların özellikle iş ortamlarında daha fazla sorun yaşamalarına sebep olacaktır.
Feminist söylemlerin belirgin özellikleri, nedense, daha çok kadınların da erkeklerin yaptığı bazı işleri yâda “erkek işi” diye bilinen alanları yapabileceği üzerine odaklanıyor olmasıdır. Bunun böyle bir dille ifade edilerek kadın haklarını özellikle cinsiyet üzerinden kazanma girişimleri aslında bir bakıma kadını erkeksileştirmekten öteye geçmeyen bir hareket söylemi olmaktadır. Kadınların erkeklerin ilgili olduğu her alanda başarılı olma girişimi haksız bir rekabeti de ortaya çıkarmaktadır. Tabii ki bu haksız rekabetten en çok olumsuz manada etkilenen yine kadınlar olmaktadır. Nense bu rekabetin sonucunda kadının elde ettiği bireysel düzeydeki başarı genele atfedilerek kadının erkekler karşısındaki başarısı olarak duyurulmaktadır. Bu anlayışın özünde cinsiyetler arası bir eşitlik kurma girişiminden çok cinsiyetler arası bir diktatörlük savaşını körüklediği apaçık ortadadır.
Cinsiyete dayalı feminist yaklaşımlar genel olarak başarısızdır ve etki alanları belli bir noktayı geçmemektedir. Bunun en temel sebebi doğuştan zaten var olan iki cinsiyet arasındaki doğal farklılıkları ortadan kaldırma girişiminin özellikle kadınlar tarafından çok da taraf görmemesidir. Zira kadın haklarını savunanların çoğunun erkek olması bu girişimlerin altında daha başka bir şeyleri aramanın haklı gerekliliğini çıkarmaktadır. Akla gelen ilk soru, “asıl istenilen iki cinsiyet arasında ahlaki bir eşitlik mi yoksa rekabetin eşitlikçi söylemi ile beraber liberalizmin daha geniş bir alana yayılarak menfi çıkarlarını temin etmesi midir?” sorusudur.
Tabi ki bu sorunun kati bir cevabını oluşturmak tam anlamıyla doğru olmaz. Çünkü her ne kadar iki cinsiyet arasındaki rekabet tüketim toplumunu körükleyen bir unsur olsa da yine de bu rekabetin içinde haklı olarak elde edilmek istenen kadın haklarının yer aldığını söylememiz mümkündür. Yine de iki cinsiyetin tam olarak nasıl eşit olacağı konusuna gelince bunun ortak kanunlar çerçevesinde oluşturulamayacağı gerçeğini düşünürsek asıl yapılması gereken, ortak iş alanlarının cinsiyetlere göre kullanımının düzenlenmesidir. Tabi ki buna getirilebilecek ilk eleştiri de başta aynı alandaki tuvaletlerin bile cinsiyetlere göre düzenlenerek ayrımcılığın tesis edilmesi şeklinde olabilmektedir (kamusal alanda tuvaletlerin cinsiyetlere göre ayrılmaları dahi feminist söylemlerce eleştirilmekte ve bunun açık bir ayrımcılık olduğu dillendirilmektedir). Yine de vurgulamamız gereken temel nokta “cinsiyetler arası ahlak ve etik” anlayışının yer almadığı eşitlikçi bir yaklaşımın cinsiyete dayalı feminist söylemleri bundan daha fazla ileriye taşımayacağı hususudur.
Cinsiyet eşitliğine ilişkin olarak egemenlik yaklaşımını benimseyecek olursak, temel sorunlardan birin ev içi iş bölümünün eşitsiz dağılımıyla, aile ile iş yerindeki sorumluluklar arasındaki bağlantıyla olduğunu görürüz. Fakat birçok klasik görüşün temsilcisine göre aile içi adalet kavramını erkeğin üstünlüğüne bağlıyarak çok da tartışmaya açılacak bir konu olmadığıdır. Klasik anlayışa göre “adalet, yetiştik erkeklerin başka yetişkin erkekler ile uzlaşılmış toplumsal kurallar gereğince karşı karşıya geldiği kamusal alana ilişkindir”. Aile ilişkileri ise “mahrem”dir.
Günümüzde çağdaş düşünürler kamusal alanda kadının da yeri olduğunu savunurlar. Kadını ücretsiz ev işlerinden alıkoyan ve onu tüm kabiliyetlerinden alıkoyarak ev işlerine mahkûm eden bir aile geleneğine karşı çıkarlar. Böyle kadının kamusal adalet ile karşı karşıya gelmesine zemin hazırlarlar. Yine de elde edilmiş haklarını kadının nereye kadar ve nasıl kullanacağı hala sorundur. Çünkü ev ortamı mahrem bir alanı temsil ettiğinden ikili ilişkileri -eş-koca ilişkilerini- düzenleyen aile içi kanunlar daha çok eşlerin birbirlerine karşı istismar ve şiddeti engellemesi üzerinedir. Zira evde kimin ne kadar süreyle yemek pişireceği, kimin ne kadar süreyle bulaşık yıkayacağı ve benzeri ev işlerini tanzim ederek tanımlayan ve bunları eşler arasında iş bölümüne dayalı olarak dağıtan bir hukuki yapılanma yoktur. Zaten böyle bir hukuki yapılanmaya muhafazakârlar tarafından ciddi eleştiriler gelmektedir. Şayet yukarıda bahsedilen bir aile oluşturulsa, muhafazakârlar bunun ailenin temel özeliklerini taşımayacağından gerçek manada aile olamayacağını bu durumunda toplumu uzun vadede ortak bir kimlikten çıkaracağını savunurlar.
Feministlerin adalet kavramı bakımından daha çok aile içi ilişkiler üzerinde durması ilginçtir. Muhakkak ki haklı tarafları bulunmaktadır. Zaten yukarıda bahsettiğimiz aile içi istismar ve şiddetin engellenmesine yönelik hukuki düzenlemeler feministlerin çıkış noktası olan erkeğin kadına şiddet uygulama girişimlerinin önüne geçilmesi için atılmış adımlardır. Fakat bunun yanında diğer günlük ev işlerine kadar indirilen adalet vurgusu kadının haksız bir gündelik ev yaşantısı içinde yer aldığını belirtir. Başarılı bir kadının muhakkak iş yerinde ki başarısını evinde ki “iyi anne, iye eş” rollerini de tamamlayarak elde etmesi gerekmektedir. Bu anlayışın karşısında olan feministler kadının değerinin oluşturulurken başta “başarılı olma” kıstasının “erkekler ile kıyaslanmadan” oluşturulması düşüncesini ıskalayarak, erkekleri belirli şartlarda onların önüne geçerek oluştururlar. Kadını toplum içinde sürekli olarak erkekler ile mücadele halinde gösteren feminist görüşler, bir yandan da kadını erkeği elde etme savaşı içine sürüklemekten de geri kalmazlar. İşte bunun neticesinde de cinsiyetin ayırıcı özellikleri onlar için sorunlu hale gelmiş kadının kadınsal avantajları ortadan giderilmesi gereken sorunlu özelikler olarak tanımlana gelmiştir.
Cinsiyete dayalı ayrımcılığı toplumun nasıl oluşturduğunu iyi anlamak gerekir. Bir toplumda o toplumun oluşumu sürecinde yüzyılların içinde kadının tarihsel gelişimini anlamak, bugün için kadının sahip olduğu aile içi mahremiyetinin sınırlarını dahi anlamaya yetecek kadar açık bir alandır. Şüphesiz ki kadını değerli kılan onun yaratılışı yani varlığıdır. Ama onu değersiz kılan erkek egemenliğinin düşünsel uzantısıdır. Tarihsel derinlik içinde kadını cinsel bir objeye dönüştüren yine erkek egemenliğinin etkisi olmuştur. Bir zamanların sadece cinsel objesi olarak erkek tarafından değer gören kadın liberalizmin etkisinde günümüzde cinselliğin çekiciliği ve kışkırtıcılığı üzerinden yeniden işlenmektedir. Böylece güzellik yarışmaları gibi etkinlikler ile kadının bütün varlıksal özelliği onun dış çevresine/güzelliğine indirgenmektedir. Yani, yine erkeklerin oluşturduğu güzellik anlayışı kalıplarına giren kadın güzeldir, çekicidir, erkekler için değerlidir. Aksi durumda olan kadınların ya kozmetik sektörüne ya da plastik cerrahlara ihtiyacı bulunmaktadır. Çünkü bu güzellik kalıplarına uymayan kadın erkek için ne güzeldir ne de çok fazla değeri vardır. Kadın güzelliğini ve değerini almak istiyorsa o kalıplara girmek zorundadır. O kalıplara girmek için de en mahrem ortamından kamusal ortamlara kadar kendine dikkat etmesi gerekmektedir.
Yukarıda ki açıklama bir zamanlar eşinin (kendi rızasıyla evlenme) dahi olma hakkına sahip olmayan kadının bin yıllar geçmesine rağmen hala eşine bu defa fiziksel anlamda olmasa bile duygusal olarak ait olmama sıkıntısını beraberinde getirmektedir. Zaten feministler de dâhil olmak üzere kadının psikolojisi üzerinde çok fazla durmazlar. Ne zaman ki kadın şiddete maruz kalmıştır o zaman gözyaşına dayalı psikolojik tanımlamalar kadın için yapılmaktadır. Bular da sadece acındırma duygularına hitap ettirilerek kalıcı bir niteliğe bürünmemektedir. İşte feministlerin eksik kaldığı bir nokta da budur. Oysaki değerini ve anlamını erkek egemenliğine dayalı beğeni temellerinden alan kadının başta bu söyleme karşı çıkması gerekmektedir.
Yukarıda sadece bir örneği verilen ve güzellik kavramı ile ifade edilen bu durum karşısında kadının her ne kadar erkek ile rekabete girmiş olsa da gündelik hayatı içinde asıl rakibi gizliden gizliye kadınlar olmaktadır. Çünkü hiçbir kadın en son manada bir kadına çekici gelmek için kamusal veya özel alanında kendini geliştirme eğilimine girmez. Girse bile bunu diğer rakiplerine yani öteki kadınlara karşı bir galip gelme duygusuyla yapar. Maalesef bu durum cinsiyet ayrımına karşı geliştirilen tezlerin üzerinde pek de duramadığı bir alandır. Bu alanın boş bırakılması daha önce de ifade etiğimiz gibi hem ahlaki bir boyutta kadının tanımlanamamış olması; çekiciliğinin ve cinselliğinin ya olumlu ya da olumsuz olarak tartışma konusu olmasından ileri gelmektedir.
Her ne kadar tartışmaların değişik boyutları olsa da yukarıda da değindiğimiz gibi erkek egemenliğinin başat olduğu toplum ve zamanlarda kadının kişisel haklarını da korumak yine erkeklere kalmaktadır. Böyle olduğu için olsa gerek ki iş ortamlarında ki görevlerin ve ekstra işlerin dağıtımından ev içi gündelik işlerin yapılmasına kadar geçen bütün süreçlerde kadınlar ayrımcılıkla karşı karşıya kalmaktadırlar.
Kadınların daha çok hak elde etme girişimleri “biz de yaparız” anlayışını geçemediği müddetçe ne yazık ki bugün geldiği noktadan pek de öteye geçemeyecektir. Cinsiyet ayrımcılığının temelinde “erişmek, elde etmek ve kazanmak” düşüncesinin yattığı görüşü hem adalet çerçevesinde bu sorunlara yaklaşımda hem de özel-kamusal alan tarafından gelen çözüm önerileri sadece olayın şekli ile ilgili kalmaktadır. Her ne kadar bazı düşünürler olayın ahlaki boyutunu sınıflandırarak dile getirseler de yine bu ahlaki düşünce temellerinin arkasında hala erişmek ve elde etmek mantığına dayalı erkek ile kadının rekabeti anlayışı yatmaktadır.
Bugün reklâmlardan sosyal iletişim kampanyalarına kadar birçok mesaj stratejilerinde mesaj ile kadın figürü iç içe verilmekte, kadının cinselliği ile mesajın cazibesi desteklenmektedir. Bunun sonucunda da ya kendini erkeğe beğendirmek zorunda kalan bir kadın, ya da erkeği elde etmesi gereken bir kadın veya erkeği belli koşularda geçmesi gereken bir kadın imajı oluşturulmaktadır. Erkekler tarafından bakıldığında da kadınların kendilerini beğenmesi gerektiği, dişilik ve cinsellik unsurları ile yüzleşmelerinin gerekli olduğu ve dişilik ile şehvetlerini gidermenin araçlarını keşfetmeleri gerektiği üzerinde yoğunlaşmaktadır. Bunun sonucunda da reklâmlarda ki ürünler gibi kadının cinselliği de araçsal olmakta ve hatta ne yazık ki ürünleşmekte ve erken tükenmektedir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder